29.7.05

hepimiz karayız!

aslında 'kendinden başka sığınacak yeri olmayan bir mülteci' gibi hissediyorum bu dünyada. ırksız, milliyetsiz, dinsiz, mülksüz, ideolojisiz ve topraksız.
ama giderek yükselmekte olan ırkçı ve üstelik ırkçılığı pek az insan tarafından vurgulanan, haklılığından hiç kuşku duymayan saldırgan üslup batıdan gelip dalga dalga buraları da esir alınca daha yüksek sesle bağırmak geliyor içimden 'ben de spartaküsüm'den esinlenerek: 'ben de kısa, kalın ve kıllıyım, et yiyorum, çocuğumu ayağımda sallayıp tesettürlü elbiselerimle denize giriyorum, müslümanım ve kapkarayım.

BEN DE KARAYIM!
BEN DE KARAYIM!
BEN DE KARAYIM!
.....
.....
HEPİMİZ KARAYIZ!

not: beklenen yerlerden sesler geldi neyse ki..

26.7.05

"sırların cebri"



alıntı yapmanın, altını çizmenin hiçbir sakıncası yok.
hatta insan 'evet' dedikleriyle, seçtikleriyle, kilometreler öteden kelimeler ve görüntüler aracılığıyla kardeş olduklarıyla da tam olur biraz. ama vahşi 'kes-yapıştır'ları hatırlayınca geri duruyor insan.
"blog'unuza koyabileceğiniz en güzel şiirler bu sitede!"

ama ben bu şiiri burada görmek istiyorum. bugüne kadar dayandıysam, sebebi bu şiir tüccarlarıdır... şöyle (gereksiz) bir müdahalem olabilir benim de: öfkesi ve alaycılığı eksik olmayan bir tonda okuyun lütfen.

----------------------------------------------------------------

Lisbon Revisited (1923)

Hayır: Hiçbir şey istemiyorum.
Hiçbir şey istemiyorum dedim.

Sonuçlarınızla gelmeyin bana!
Tek sonuç ölmektir.

Estetik getirmeyin bana!
Ahlâktan söz edilmesin!

Uzak tutun benden ne varsa metafizik adına!
Eksiksiz sistemlerin çığırtkanlığını yapmayın bana, fetih defilesi yapmayın önümde

Bilimler (bilimler, Tanrım! bilimler)-
Bilimler, sanatlar, modern uygarlık!

Ne kötülük yaptım ben Tanrılara?
Hakikat onlardaysa, kendilerine saklasınlar!

Teknisyenim ben, ama tekniğin içindedir benim tekniğim.
Deliyim ben bunun dışında, mutlak bir deli olma hakkıyla.
Mutlak bir deli olma hakkıyla, işitiyor musunuz beni?

Bunaltmayın beni, Tanrı aşkına!

Evli, işe yaramaz, sıradan ve nazik olmamı mı istiyorsunuz benim?
Bunun tersi olmamı mı istiyorsunuz, herhangi bir şeyin tersi?
Başka biri olsaydım eğer, kapris yapardım hepinize.
Ama böyle, kendim gibi, sabırlı olun!
Bensiz gidin cehenneme,
Ya da bırakın beni tek başıma gideyim cehenneme!
Niçin beraber gidecekmişiz?

Koluma girmeyin!
Koluma girilmesini sevmem. yalnız olmak isterim.
Söyledim size yalnızım ben!
Ah, ne sıkıcı size eşlik etmemi istemeniz!

Ey mavi gökyüzü -çocukluğumunki gibi-
Boş ve kusursuz ezeli hakikat!
Ey ata yadigârı, sessiz, uysal Tejo,
Gökyüzünün yansıdığı küçük hakikat!
Ey yeniden kavuştuğum acı, dünün ve bugünün Lizbon'u!
Bana bir şey vermiyorsun, benden bir şey almıyorsun, hissettiğim hiçliksin sen.

Rahat bırakın beni! Gecikmem, ben ki asla gecikmem...
Ve geciktikçe Dipsiz Derinlik ve Sessizlik yalnız kalmak isterim ben!

Fernando Pessoa

Sırların Cebri
(Nisan Yayınları - Kasım 1995 - Türkçesi: Işık Ergüden)

23.7.05

bitmeyen masallar anlatabilmek



bu haftayı yeğenimle birlikte geçirdim. yedibuçuk yaşındaki bu küçük adam, büyükleri tarafından henüz pek fazla canına okunamamış diğer bir çok yaşıtı gibi, birlikte şahane vakit geçirilen iyi bir arkadaş. dürüst ve adaletli olduğun sürece problem çıkmayan ve günbegün geliştirilen, hafızası olan bir ilişkinin içinde hem ciddi, hem eğlenceli olabiliyor, insanın ruhunu aydınlatıp dünyayla bağını sağlamlaştırıyor. "işte tam da böyle olmalı" dedirten bir uyumla, eşitlik içinde bildiklerimizi, bilmediklerimizi ve merak ettiklerimizi paylaşıyoruz. ben, çocuklara has o tazeliği seyrediyorum hayranlıkla; o, daha fazla şey bildiğini ve yapabildiğini sandığı beni... bilgece saptamaları ve komik taklitleri ile büyüklerin foyalarını ortaya çıkartıyor; kırmadan ama kibar olmaya da çalışmayarak. hiç bir yalanı kaçırmıyor, haksızlığa hiç boyun eğmiyor. onunla yalnızca bir otorite figürü olarak ve büyük olduğunu ille de vurgulayarak ilişki kurmak isteyenleri sessizce reddediyor, onları pek de sevmeyerek kendince cezalandırıyor.

deyim yerindeyse malzemenin bu en bozulmamış halini görmenin keyfi, gün gelip yetişkin dünyasına dahil olacağını bilmenin sıkıntısı ile yan yana. biliyoruz ki yavaş yavaş uzlaşmaya başlayacak, yalanı görmezden gelecek, yalanı bizzat yaşayacak. öfkesini ve ironisini kontrol altına alacak, istese de, istemese de... yalnız kalmamak için kendinden uzaklaşacak, gittiği yerde daha yalnız olunduğunu görecek, kimbilir, belki yine kendine dönüp çoğalacak.

o bütün bunlardan bihaber, büyümek istiyor elbette. daha doğrusu öyle söylüyor diğer bütün çocuklar gibi. ama gece uyumadan önce, o neredeyse en bebek halinin çıkageldiği anlarda söyledikleri eleveriyor asıl isteneni: "masalı o kadar yavaş anlat, o kadar yavaş anlat ki, hiç bitmesin."

ne yazık ki: "beş yaş, insanın en olgun çağıdır, sonra çürüme başlar."

18.7.05

kendini kendiyle besleyenler



bir kez gördükten sonra, batıya gitme fikri hiç heyecan verici değil. aynılaşmış uygarlık görüntüleri, yeni bir yer, yeni bir insan tanıma duygusunu hiç mi hiç kışkırtmıyor. doğuya doğru yola çıkarken bunun farkında olsam da, yaşayacağım bu heyecanlı yenilik duygusunu pek de kestirememiştim doğrusu.

doğu, bir zamanlar sahip olduğumuz, hepimizin kırık dökük anılarında yer bulan ve bir daha yakalayamadığımız o derin huzur duygusuyla anlatılabilir ancak. bir pazar günü sessiz bir sokak gibi. yakalayamıyoruz, çünkü yüzümüz başka taraflara dönük. gözünü şehvetle batıya dikenlerin yalnızca bir renk ve bir dokudan ibaret gördükleri, o aslında hayatın ta kendisi olan yerlere ilişkin, kendi deneyiminden süzülmüş birkaç ipucu verilebilir belki.

isterseniz bu insanların nasıl bu kadar asil, bu kadar huzurlu ve kendileriyle barışık olduğunu oturdukları yerden umutsuzca anlamaya çalışanlara kulak verin; hem doğu öğretilerinden hırsızlama yürüttüklerinizle kendinizce medeniyetin sonuçlarıyla başa çıkmaya çalışıp, hem de o diyarlara ilişkin söze yoksulluktan başlayarak yuvarlanıp gidin. isterseniz de bütün önyargılarınızı, estetik ve medeniyet ölçülerinizi evde bırakıp doğuya doğru bir yolculuğa çıkın.

böylece, hiç anlamadığınız dillerdeki şarkılarla saatlerce yol alabilir;
gece yarısı yol kenarında bir kadınla birbirinin dilini anlamadan çoluk çocuk muhabbeti yapabilir;
adını bilmediğiniz tanrılardan birine adadıkları bayramlarında köy meydanlarında gece yarısı sarmaş dolaş birlikte dans edebilir;
coşkulu bir delikanlıdan, bölgesinin bağımsızlığı için verdiği savaşı dinleyebilir;
bir kahvede karşıdan karşıya atışmaları izlerken kendinizi birden lafın ortasında bulup keyiflenirken nargilenizden bir nefes daha çekebilir;
tapınağın hayratında yemeğe davet eden güzeller güzeli bir kız çocuğuyla sessiz sedasız bir yemek törenini paylaşabilirsiniz.

hem bitmesini istemediğiniz, hem de başka yerlerde sizi bekleyenleri hiç tanımadan özleyerek zamanı gelince uzaklaşacağınız bu anları istediğiniz kadar çoğaltın. yollardasınız, eliniz radyonuzun istasyon düğmesinde. bir şarkıyı sonuna dek dinlemek isterken parmağınızın ucunda bekleyenlerin çağrısı peşinizi bırakmaz. giderseniz mismina’ya, seema’ya, davar’a, çandra’ya rastlayacaksınız.

sözün burasında, iran, pakistan, hindistan ve nepal üzerine dost meclislerinde lafa laf katabilecek biraz bilgi kırıntısı eklemek mümkün. bugüne kadar söylenmişlere kendince birkaç cılız ilâve. ama ben cızırtılı radyosunda kendi frekans ayarını yapar gibi gezebilmenin ve dünyayı böyle tanıyıp algılayabilmenin peşindeki insanlara kendimce bir selam yollamak istiyorum yalnızca. tanıdıklarıma ve şu anda yollarda olup günün birinde tanımayı umduğum diğerlerine.

------------------------------------------------------------------
not: o yıllarda yapılan gezinin hatırası olan bu yazı, radyo'nun çubuğu ile aynı günlerden kalma. insan yeni gezilere çıkmadıkça, eskilerin anılarıyla avunmak zorunda kalıyor belli ki.

16.7.05

radyo'nun çubuğu



yatak odamdaki küçük radyoda istasyonlar arasında geziniyorum uykuya geçmeden önce. parmaklarımın becerebildiği en küçük hareketlerle sesten sese, ordan oraya. tanita tikaram’dan neşet ertaş’a, kaşık havasından queen’e uzanan bir gezinti bu. 'çocukluğumun soğuk geceleri'ndeki en gizemli, en heyecanlı anların soluk bir tekrarı.

o zamanlar radyom yatağın içinde olurdu. annemler duymasın, uyumadığımı farketmesinler diye yorganı kafama kadar çekerdim. her an yakalanma korkusuyla çarpan kalbimin sesini de diğer seslere karışmış bir şekilde hatırlıyorum. radyo aslında yatağa filan alınmayacak kadar kocamandı. ona sıkıca sarılırdım, bu yüzden de yüzümde, kulağımda, kalbimde çınlardı sesler. elim sürekli istasyon düğmesinde olurdu ve yatakla birlikte havalanıp yeni bir yerlere, hep başka bir yere konabilmenin hazzıyla çevirip dururdum.

güneyde bir yerlerdeydik ve en çok arap radyoları takılıyordu parmaklarıma. arabesk lafı henüz semalarımızda yankılanmamıştı ve geceler boyu en güzelinden, en bitmezinden arap yalellilerini dinliyordum. hem daha neler neler.. rus aksanıyla türkçe haberler, balkanlardan sesler ve bazen de italyanlar ve san remo yarışması. ama yine de en çok aklımda kalanlar arap dünyasının sesleri..

fondaki müzik eşliğinde o güzelim gırtlak nağmeleriyle belki şiir okuyan, belki de masal anlatan kadınları hatırlıyorum. ben sesler arasında dolaşıp döner, onları yine orada buluverirdim. kimi zaman uykuya yenilip, kimi zaman anneme yakalanıp mecburen ayrılırdım ama onlar sanki hep o radyo çubuğunun değdiği yerde dururlardı. ben de akşam olunca uzun yolculuklara çıkardım onlarla buluşmak üzere.

dillerinden hiç bir şey anlamıyordum, ümmü gülsüm’ün dünyanın en iyi seslerinden biri olduğunu bilmiyordum, arap edebiyatından filan da haberim yoktu. ama ulaşabildiğim en yakın ve en uzak yabancılar onlardı. aslında kalbimin çarpıntısını yaratan da, uzakmış gibi görünen o seslerin, o dillerin, o müziklerin ve o insanların bu kadar yakınımda olmalarıydı.

dünyanın ulaşabildiğim kısmı bunlarla sınırlı kaldı o günlerde. ama yabancı seslerin, anlamadığım dillerin verdiği o muhteşem özgürlük duygusu, dünyanın genişliğini kavramanın hazzı da o zamandan miras.

------------------------------------------------------------------
not: yıllar önce yazılmış bu yazı internetin dehlizlerinden birinde bir süredir duruyor. ama ben burada da görmek istedim.

not: geçenlerde annemlerde bir dolapta bu radyoya rastladım. çubuğu beni bir yere götürmez diye korktum sanırım ve elime bile almadım.

11.7.05

onbir nedir?



ilk kim hatırlatmıştı bize bir başka 11 eylül'ün varlığını? kimdi bilemem ama, kulelerin dumanı hâlâ tütüyordu. şili'yi ve allende'yi hatırladık, sonra kuleleri izlemeye devam ettik. onlar artık orada olmasalar da, daha fazla anlam yüklenmiş olarak varlıklarını sürdürüyorlar. 11 deyince yine herkesin aklına düşen görüntü o. dünyayı, terörün cisimleşmiş halinin bu olduğuna inandırdılar.

hiç kanmayan ve ısrarla başka şeyleri hatırlatanlar var elbette. birileri, o güne adanmış bir filmde kulelere odaklanmayı sessizce reddedip kendi gündemlerini taşıdılar perdeye. onlardan biri olan bosnalı yönetmen danis tanovic, 11 temmuz 1995 serebrenica katliamının yıldönümü törenini gösterirken, üzerine fazladan bir söz söylemeye gerek duymamıştı. çok ve yüksek sesle konuşanların gündemi belirlediklerini bile bile, bağırmadan atılan bir çığlık. 'ah yugoslavya! güzel insanların ülkesi.'

kulelerin yıkılışını an an birbirine anlatanlar, 11 temmuz günü nerede olduklarını hatırlamıyorlar. "bütün avrupa o gün plajlardaydı."
bırakın 10 yıl öncesini, bırakın yugoslavya'yı, ortadoğu'yu, istanbul'da evimizin sağında ve solunda patlayan bombaları bile hatırlamıyoruz terör deyince. kendi ölümüzü bırakıp, komşumuzun acısını unutup onları seyretmemiz isteniyor. göstermelik konserlerini yardım sanıp duygulanmamız, boş barış lafları gevelememiz bekleniyor.

dünyaya ve insanlığa olan inancının son kırıntılarını balkan komşularının pazar yerlerinde kaybedenler, direnişçilerin sözlerinin altına imzalarını atabiliyorlar ancak:

'direniş olmadan adalet, adalet olmadan barış olmaz.!'

9.7.05

herkesin bir rosebud'ı var

"hayatımın geçmiş yıllarına uzanıp bir şeyler hatırlamaya çalıştığımda hiç bir şeyin gerçek anlamda berrak olmadığını görüyorum. sanırım belleğimdeki ilk anı, ne kadar küçük olduğumu bile hatırlamayacak kadar küçük olduğum zamanlara dayanıyor. (...)
otuzikinci sokağın sonundaki çıkmazda, güneşin altında bir basamağa oturup bekledim. herhalde ilkbahar mevsimiydi, çünkü evin önündeki büyük ağaç, yusufçuk böceğine benzeyen iki kanatlı tohumlarını döküyordu. tohumlar rüzgârsız günlerde havada döne döne alçalarak yavaşça yere konarlardı. ağzım açık kalana kadar başımı arkaya atıp onların havada süzülmelerini izler, umutla elimi uzatırdım; ancak elime hiç konmazlardı. biri yere inince yeniden gözümü yukarılara diker, güneş başımdaki sarı saçları ısıtırken bir sonraki sihirli olayın gerçekleşmesini beklerdim. böyle, bir sonraki sihirli olayı bekleyişim, son altmışbeş yılda hatırlayabildiğim en güzel andır benim için."



"bu hikayede son yok. sonunu bilseydim seve seve anlatırdım. hayatımın sonu da, otuzikinci sokağın sonundaki karaağacın altına oturup, o büyülü tohumları yakalamak umuduyla ellerimi uzattığım zamanların öncesi gibi bir bilmece benim için. (...)
ancak yine de diyebilirim ki, son nefesimi verirken kendimi tekrar otuzikinci sokakta bulacağımdan eminim. kendimi, güney denizlerindeki adamda, geceleyin efil efil rüzgârda, başımı geriye yaslamış ve ağzım açık bir şekilde, kırpışan noktacıklı ışıkların altında ne zaman geleceği belli olmayan o sessiz ışık yolunun göğü yırtıp beni tekrar şaşırtacağı anı beklerken hayal ettikçe zihnim yatışır ve durulur. artık küçükken yaptığım gibi elimi uzatmıyorum, ama büyülü anları eskisi kadar hiç bıkmadan, usanmadan bekliyorum."

brando – annemin öğrettiği şarkılar
robert lindsey ile / remzi kitabevi

8.7.05

su üzerine sudan şeyler



güneyde bir plaj:

abi, arkadaşlar, kızkardeşler, herkes yüzüyor.
o'ysa ne kıyıdaki korunakta debelenecek kadar küçük, ne de açıktaki sığlığa ulaşabiliyor.
bir küçük yardım?
kıyıya dönmeden önce sularda, sularla mutlu.
sonra bir adım, bir adım daha.
ayaklarının altından kum ve su kayıp gidiyor.
bolca yutulan sular, yanında beliriveren cankurtaranın gölgesi,
sonraki günlerde uyku-uyanıklık arası dalınıp çıkılan sular.

marmarada bir sayfiye yeri:

bir arkadaş evi. anne, baba.
deniz gündüz başka, akşamüzerleri bir başka.
“güneşin en güzel battığı yerlerden biri.”
güneş denize dalarken dilek tutulup üç taş atılıyor.
denizden gelecek bir mutluluk?

sonraki yıllarda çeşitli deniz kenarları:

kimi zaman taş atarak, kimi zaman yalnızca dalarak.
ama her seferinde daha güçlü biçimde, denize doğru yürümenin hayali. bazen uzaktan, kimi zaman yanıbaşından, ama her daim suyun yüzeyinden bakan bir kamera gibi göz.
film şeridi gibi hayatlar.

o yıllardan birinde herhangi bir gün:

virginia o sabah birşey yazamamıştı. leonard’ın önerisine uyarak hizmetçiye leonard’ın odasını toplamakta yardım etmeye çalıştı. çok geçmeden bundan yoruldu ve odayı terketti. daha sonra 11.30 sıralarında, hizmetçi onun mantosunu ve bastonunu alıp evin çevresinden uzaklaştığını gördü. ırmağa varınca bastonunu kıyıya uzattı, ceketinin ceplerini büyük taşlarla doldurarak suya girdi…”

epey sonra:

telefonda annenin endişeli, ağlamaklı sesi: “dün gece rüyamda gördüm seni. sulara dalıyordun. öyle kaybolup gittin.”

bir kış gecesi:

bir film bitiyor. film başlarken titreyen ellerle olta hazırlayan adam, hayatını anlatmış olmaktan yorgun. dizlerine kadar suların içinde, kaybettiklerinin acısını gözlerine doldurmuş, ‘son’ sözlerini söylüyor. yalnızca sana söyler gibi.
“ve ben hâlâ dostlarım bunu yanlış bulsalar bile derin sularda avlanmayı sürdürüyorum. burası bir bütün ve ortasından bir nehir geçiyor. nehir, kayalarda bazen yalnızca bir damla bırakıyor. ama o kayaların altında çok şey gizli. benim hayatım."

ve sular hep beni çağırıyor..

6.7.05

hem martı, hem lodos



yıllar önce, kadıköy-karaköy yolculuğunun henüz mendirekler içine sıkışmadığı zamanlar.. lodos dediğin, adamakıllı lodos. sarayburnu'nu dönen gemiler, epeyce sallanarak aşıyorlar bu kısa, çok kısa ama keyfine doyum olmaz yolu. bir zamanlar üçüncü mevki olduğu için, sınıflar arası ayrım kalktıktan sonra da işçilerin, öğrencilerin ve meczupların mekânı olmaya devam eden ve besbelli vapurun en şahane yeri olan burundaki açık salonda, kolilerden kurtulmuş şişeler her sallanışta bir o yana bir bu yana gidip, korkusunu gizlemeye çalışanları oyalıyor. hava güneşli ve ılık, ama rüzgâr, içeride oturmanın daha makûl olduğunu düşündürtüyor ki, sallantı arttıkça içeri kaçan kaçana. dışarıda pek az insan var. onlar da, yüzlerini ve saçlarını rüzgâra vermenin hazzıyla sarhoş. bir denizi, bir gökyüzünü görerek boğazı tam ortalayan bir noktaya gelmişken, bir dalga hiç farkettirmeden yükseliyor ve ikinci katın yolcularından, en sarhoş, en kenarda oturan ve en saçlarını rüzgâra verenin başını okşayıp ortadan kayboluyor. içeri kaçanlar gülümseyerek bakıyorlar, sanki biraz kıskanarak. saçlarının ucundan sular damlayarak ve gülümsemesi daha da artmış güneşe bakarken bir cümle geçiyor içinden: "istanbul'u işte o zaman terkederim, eğer bir gün bu vapurlar olmazsa..."

hergün bir hayat parçası, bir bedava sarhoşluk köşesi pervasızca öldürülürken bundan korkmak da boşuna değildi elbet. hoş, istanbul'u terketmek için beklemek gerekmiyor artık. tarihin her noktasında tanık olabileceğimiz bir şikayet bu, evet. ama yine de herkes kendi tarihini yaşıyor, herkes kendi çocukluğunu geri istiyor.

şimdi vapurlar üzerine konuşulurken, bir sembol oldukları söyleniyor. hızlandırılmış hayatlarda, arada bakıp kendimizi iyi hissedeceğimiz, nasıl bir hayatın yaşlı taşıyıcısı olduğunu pek hatırlamadığımız, zaten pek de istemediğimiz bir hatıra, yalnızca bir sembol. yirmi dakika denizle başbaşa yapılan bir yolculuğu uzun ve gereksiz bulanlar, martıların yetişemeyeceği vapurlar isteyenler, hızın yarattığı stresi atmak için yoga derslerine koşuyorlar. beyhude çaba. martılara yetişmek kolay değil. ne hızda, ne sükûnette.

3.7.05

gölge etme, başka ihsan istemem



live 8'in 8'i sizce de fazlasıyla dolar işaretine benzemiyor mu?

ek: hem bir blog'un sınırlarını aşar, hem de bu kadar iyisini yazmak her kula nasip olmaz.. bize de bağlanmak düşer.

"yerini iyi bilen" kelimeler



40 yıl önce yazılmış bir dizi mektubu yayına hazırlamak üzere bilgisayara geçirirken, tanımadığımız insanların hayatlarına bakmak ve daha çok da yazının gücüyle ilgili düşündüm durdum. şimdi de bu blogla birlikte, kafam aynı yerlerde dolanıyor. kim ne yapsın benim yazdıklarımı? günlerdir yazı yazmak üzerine yazıyor, blog'a yerleştirmeden kalkıyorum masadan.

yazı için, sinema için, ya da bilumum sanat denen meseleler için hep tek bir şeyin itici güç olabileceğini söyler dururum. insanın gerçekten söyleyecek bir şeyinin olması, ya da başka bir deyimle onu yapmadan duramaması. oysa dolaşıma giren her şey, bu kendiliğindenliğe bir fren yapma zorunluluğunu da taşıyor. taşımalı da. fazlaca bastığım bu frenden biraz muzdarip olmakla birlikte, tersiyle ilgili sıkıntılarım da var. internette dolaşırken, yazının kelimelerle değil de klavyeyle yazıldığı duygusuna kapılıyorum. görünen o ki artık alfabeyi böyle öğrenenlerin yazıları dolaşımda en çok. bu da, yalnızca bir araç değişikliği olmakla kalmıyor, kaçınılmaz olarak yazıyla olan ilişkiyi de belirliyor. biraz madde ile kurulana benzeyen bir ilişki sanki. kelimeler biraz hoyrat kullanılıp, biraz fazlaca tüketiliyor.

başta sözünü ettiğim ve yakın zamanda yayınlanacağını umduğum mektuplar, her ne kadar ilk bakışta aşk için yazılmış gibi görünse de aslında bir adamın kendiyle, dünyayla ve yazıyla olan derdinin sayfaları. tek bir kadının okuması için yazılan bu mektuplardaki özenle ve aşkla yazabilmek isterdim. "yerini iyi bilen, onurlu" kelimelerle.

bütün bunların üzerine, bu ayın hayvan dergisinde yazar vüs'at o. bener'in karısının anlattıklarını okudum : "bir cümleyi kurmak için günlerini verirdi. kitap biter ama yine vüs'at gece yarısı kalkar, oradaki bir noktayı virgüle çevirmek için yarım saat uğraşırdı."