30.11.05

yürümek, yüzmek, uçmak



iyi değilim ve sadece bunu söylemek için buradayım. iç dökmeden çok toparlayıp anlatmayı seven biri olarak pek hoşuma gittiğini söyleyemem ama böyle işte.. bu sayfaların tazelenmesinin iyi geleceğini düşündüm, çiçekleri sulamak gibi..
anlatmak için sakinleşmeyi bekliyorum, ama muhtemelen geçtiğinde öldürmeyip güçlendirmiş olacak ve ben şu andaki gibi kuvvetle hissetmeyeceğim için detaylarına girmeden belki bir cümleyle geçiştiricem.
kısaca, 'şehir ve güç savaşları' üzerine bir hikâye aslında, çok da ilginç değil. ben de hikâyenin kendisiyle değil de niye beni dağıttığıyla ilgileniyorum daha çok. bir de 'diğerlerini anlamanın' insanın işini nasıl zorlaştırdığını düşünüyorum bilmem kaçıncı kez ve 'iyilik/kötülük' meselelerinin nasıl da netameli olduğunu..

bugünleri kolaylaştıran birşey oldu ama. penguence'nin yeni sayısı ile uğraşırken penguenlere bakıp durdum. 'imparator penguen'i izlerkenki duygu yeniden benimle. o uçsuz bucaksız buzullar gibi bir ferahlık. herşeye uzaktan bakabilmek ve tüylerinin ışıltısını taa buralardan hissedip okşamak.
akdeniz şiirinin dipnotundan da anlaşılacağı gibi, gidesim var bir süredir. coğrafi değişiklik herkese lâzım. yoksa hayatı tv ekranından ve istiklâl caddesinde değişen taşlardan ibaret sanabiliyor insan. penguenlere gitmek zor görünüyor, yerini tutacak bişeyler bulmalı.

17.11.05

'milâttan önceki şiirler'



I
her şey bir acının bilincine varmakla başladı.
bir taşı kaldırıp atmakla, bir kapıyı açmakla...
bir el, hep bir şeyler yazdı, biz doğduktan bu yana kağıtlara
şimdi bütün yaşadıklarım karalama kağıtlarında kaldı.

bir kalem kendi kendine yazar bu şiiri.
insanlar işlerine gider, ben acıya giderim.
bir günde bütün isalarımı çarmıha gerer
ve her günümü milât bilip, yekinirim.
güzelliğim, ağlayan bir çocuğun güzelliğidir.
mutluluğum, örneğin hapisteki bir adamın
eline bir gül geçtiğindeki mutluluğuna benzer.

II
herşey beni saran bu dünyada bir yangının çıkmasıyla başladı.
kaçıracak bir şeylerim olup olmadığını düşündüm.
kitapların çoğunu okumuştum. ve ellerim
bütün şiirleri bir çırpıda yakmaya hazırdı.
yaktım mı onları bilmem, yoksa yakmış gibi mi oldum?
oldu ne olduysa.

her şey üstüme örtündüğüm gökyüzünden oluk oluk bir yağmurun boşanmasıyla başladı.
yağdı ayak izlerimin üstüne. yağdı naftalinleyip
yüreğime sokuşturduğum anıların üstüne
unuttum mu onları bilmem, yoksa unutmuş gibi mi oldum?
oldu ne olduysa.

III
acı, ağır bir katran gibi yayılınca bedenime
yüreğime binlerce uçurum eklenir artık
geriye dönüp de bakmak gelir içimden
yumruklarımın gökyüzünü dövdüğü, o milâttan önceki devirlere
bana yarınlardan, bana doğacak güneşlerden sözederler
ben bugünleri yakıştıramazken kendime.

IV
yüreğimdeki o yolunmuş gül dağınıklığını
aklıma vurmaya çalışalı çok günler geçti
anladım ki hayatım artık yeni güller doğuramamakta.
son sözümü söylemek ister gibi insanlara
intihara uyanıyorum her uyanışımda.
yüreğimde hiç bir şey yapamamanın boşluğu ve çok şey yapmanın yorgunluğu var
günlerce hiç kımıldamadan oturmuş ya da kendimi duvarlara vurmuş gibiyim.
hayat karşısında yorgunum artık
ve zindeyim ölümün karşısında.

çiçek, sadece bir çiçek olarak duruyor önümde
(doğanın bir kanıtı olarak değil.)
yağmur, insanı ıslatır anca.
çocukların da her hareketleri ölüme koşuttu ha bir yıl önce, ha bin yıl sonra
(kaç yıl var ki kendimi çiçeklerle, yağmurlarla, çocuklarla avuttum.)
hayat deyince, yeni doğmuş bir bebeğin o ilk çığlığı geliyor aklıma.
onun yaşayacağı acılar sonra.

aklım bir çağlayanın en devingen yerine benziyor.
hiçbir düşünceyi yakalayamıyorum, köpürüp taşan sözcüklerimle.
beynimi o çağlayanın en dik yerinden fırlatıp atmak mı düşüyor şimdi bana?
ne aradığımı bilmeden birşeyler arıyorum şurda burda.
yok artık ne bir duygu, ne de bir istek
bedenimin her hücresi sağırlıklarla dolu
hoşçakal diyorum şimdi, gördüğüm her varlığa.

V
bütün uykularından uyanan benim bu dünyanın
bütün ölümlerini ölen, bütün doğumlarını doğan.
sorularını birer muska gibi takıp da boynuna yollara düşen benim
benim için bayramlar koydular takvimlere
benim için sokağa çıkma yasakları, gecelere.
bir uçurumun önündeyim diyeceğim ama bir dağın doruğunda da olabilirim;
sonunda ikisi de aynı kapıya çıkıyor bence.
bir nesneye hep yangın öncesinde dokundum.
ve bir insanı ölümünden az önce tanıdığım çok olmuştur.

şimdi karalıyorum takvimdeki bütün rakamların üstünü artık.
sıfırdan ötesini aklım almıyor.
milât buysa eğer, kendime bir çarmıh bulmam gerek
ki her insan bir milâtı yaşar, bir yerinde hayatının
benim hayatımsa bütün milâtların toplamı oldu
bütün çarmıhları tüketti benim acılarım
bütün isalarımı gözyaşlarım boğdu.

VI
gözlerim kuruyuncaya dek ağlamak istiyorum,
ve sesim kısılıncaya dek bağırmak.
bana düşen bir yağmur damlası
ırmağa dönüşüyor damarlarımda
yüzümü yalayan yel, fırtınaya, boraya.
ve artık sırtıma ağır geliyor yaşamak,
yüzüm gözlerden, sesim kulaklardan
şiirlerim basılı kağıtlardan silininceye dek kaçıp saklanmak istiyorum.

ve sonra bir gün çıkmak dünyaya
elimde bir ekmekle yollarda yürümek,
çiçekleri sulamak, çocukları sevmek.

VII
bağdaş kurup oturuyorum bir uçurumun derinliklerine.
elime kalem almadan şiirler yazıyorum.
ey sokaklarında nöbet tuttuğum kentler
ey yüreğimde gitgide yaklaşan doğum
ad veriyorum artık her nesneye kendimce
bayraksız ülkeler arıyorum artık atlaslarda
mayınsız, telörgüsüz sınırlarda at koşturuyorum
dünyalar getiriyorlar bana, birini seç diyorlar
pazardan üç beş kavun alıp getirircesine
herkesin dünyasından silah sesleri geliyor
bütün dünyaları dolaşsam, mezarlıktan başka bir şey göremeyeceğimi biliyorum
yazıtlarındaki sözler değişikse de ne çıkar
ölüm her yerde aynı ölüm ve her yerde benim sırtım yanıyor tabutları omuzlamaktan
oturup ağıtlar yazmak da bir işe yaramıyor.

bağdaş kurup oturuyorum bir gülün derinliklerine
kendimi yeniden doğmalara alıştırıyorum.

VIII
artık iyice belirginleşen yüz çizgilerimin
izini sürüyorum, geceyarısı baktığım aynalarda
bir çocuk, boyuna hayata ilişkin sorular soruyor
durarak karanlığın doldurduğu uçurumlara bir adım kala.
geceyi sokağa çıkma yasaklarıyla tanıdın, diyor.
her akşam kent kararırken yüreğin de karardı
kimseler bilmedi acını, herkes kendi surlarının ardına
daha ilk karanlık çökerken sığınıp, saklandı.
ve ekliyor, yanıtı olmayan sorularda kaldın
uzun, upuzun bir yolda yürüyen birinin
dönüp de ardına baktığı o yerdesin şimdi
diyor ki, geri dön ve ara o yollarda ayak izlerini.
çünkü bir ağaç köklerinin dolandığınca ağaçtır.
kıyısız bir deniz görmedim, düşüncelerin dışında
bir anıdan yola çık istersen, bir sözden, bir gülüşten
çünkü insan sorularıyla insandır ve onlara bulduğu yanıtlarıyla

IX
bu kez biraz uzun sürdü bu keder
içime ağır bir taş gibi takılıp kaldı
acı, takunyalar giyerek yürürdü yüreğimde
sevincinse tüyden ayakları vardı

ve sorularım ne çoktu benim
ellerim her taşın altını kuşkuyla aralardı
inanmaz olurdum kimi, göğün mavi, yaprağın yeşil olduğuna
gözlerim her renkte saklı bir karayı arardı.

bu kez biraz uzun sürdü bu keder
kollarımı iki yana açıp dansetmek istiyorum
mutlu olmak istiyorum ey kuşlar, ey çiçekler

X
ve her şey akdeniz'in bilincine varmakla başladı. atlasları açıp bakmadım. turistik rehberlerden de sözetmeyeceğim size. bu eğer bir yitik cennetin özlemiyse, akdeniz'in genel görünümüyle bugün artık bir cenneti çağrıştıramayacağı bilinir. her şeyin anamalcı bir düzenin çarkına koşulduğu bir dünyada gözlerimi ellerimle kapatıp bir akdeniz görüntüsü çizmiyorum duvarlara. bugün insan akdeniz'e gidince ırzına geçilmiş bir kadının karşısında duyduğu o kederi duyabiliyor ancak.
yine de her şey akdeniz'in bilincine varmakla başladı. akdeniz'de ben kendi geçmişim ve geleceğimle birlikte tüm insanlığın geçmişini ve geleceğini buldum. dokunduğum bu taş, üzerinde bir takım anlamadığım dillerden sözleri barındıran bu yazıt benden önce vardı, benden sonra da varolacak. doğayı yitirdik belki, ama bir akdeniz çocuğu 'her şey akar' diye sesleniyor bize hâlâ. insanlığın bütün değerleri kendini koruyor; onca olumsuzluğa, zorbalıklara karşın. dünyanın bir çekirdeği varsa, bu çekirdek akdeniz olmalı. çünkü bu dünyadaki bütün 'ilk'lerin serpilip geliştiği yerdir akdeniz. insanın kendi kendini ve tüm evreni sorguladığı bir bilinçlenmedir. 'soru soruyorum, öyleyse varım' der akdeniz insanı.
herkesin bir akdeniz'i vardır. giderek, bütün dünya milyonlarca küçük küçük akdeniz'in bir araya gelip toplaştığı yerdir. insanın kendi varlığının bilincine varması böyle başlar. yalnızlığımın bilincine varıyorum; ama bu yalnızlık duygusu beni insanlardan ayırmıyor, tam tersine insanlara açılabilmemin tek koşulu yalnızlığımdır benim. uyumu akdeniz'de buldum. tüm insanlığın kendi köklerine kavuştuğu bu yerde. ve 'milât' diye bir şey varsa bu dünyada, bu sözlerin dudaklarımdan kaydığı an milât olmalı. benim 'milât'ım akdeniz'e dönmektir. bu dönüşün ötesine uzanan bütün yaşayacaklarım artık milâttan sonraki tarihlerle anılacak.

XI
akdeniz'e dönüyorum, güz kuşlarının
kanat vuruşlarına adımlarımı ayarlayarak
akdeniz'e dönüyorum, dumanlı bir kentin
irin püskürten bacalarını yüreğimden kazıyarak.

yıllar yılı karanlık, nemli odalarda yaşadım
her sabah yüreğime yeni bir uçurum eklemenin kederiyle
bir göçmen kuştum ki ben, güneyi hiç bulamadım
uçmak istesem yasakların surları dururdu önümde.

sokaklar bir yara gibi, yüründükçe kanardı
donup kalırdı sesim, o buzdan yüreklere vurdukça
her ana ağıt yakmak için dudaklarını aralık tutardı
aklım, en güzel duyguların kıyılarında durdukça.

ve işte kendi içimde yürümeyi öğrendim şimdi
bitmek bilmeyen sokağa çıkma yasaklarında
anladım ki artık herkes bayraksız bir ülkeydi
beyinler telörgülerle çevriliydi, yürekler mayınlarla.

yakılan kitapların dumanları tüterdi bacalardan
ben yanan her sözcüğe tek tek gözyaşı döktüm
yeni dünyalar aradım hayatıma, çıkarak atlaslardan
böyle başladı kendi içimdeki o uzun yürüyüşüm.

denizsiz bir gemiydim sanki, topraksız bir çiçek
köklerinden kopmuş bir ağaç dinelirdi önümde
şiirler yazdım, yazan elim, söyleyen dilim titrek
her şiir yadsıdı kendini, yaslanarak bir başka şiire

turuncu bir sokağın aklımı tozutup atması böyle başladı
sıçrayıp gitti bir çocuk, yalınayak, dikenlerin arasında
bahçesi günebakanlı bir ev, taşlık, incir ağacı
el çırpıştırıp, titreyerek akan sular vardı arklarda

baba, bir dilim portakalla köpük köpük şaraplar içer
ana, tulumbanın önündeki yalakta çamaşırlar yıkardı
çocuk, yüzünü bir kitabın sıcacık koynuna gömer
uzak bir deniz ve kızlar üzerine düşler kurardı.

her sokağın bittiği yerde bir limonluk başlar
her limonluğun ardında bir dilim deniz görünürdü
şafakta rıhtımda bir sürü ceviz kabuğu sandal
denizin enginlerine yaşlı balıkçıları götürürdü

geceleri ay bir ekmek gibi büyürdü gökyüzünde
kavrulmuş susam ve yeni biçilmiş buğday kokardı
yıldızlar gümüş sürerlerdi denizin tenine
her yakamozun parladığı yerde bir deniz kızı oynardı.

böyle bir dünyaydı işte, anlatılır mı bilmem?
insan her dönüşünde bulur mu eski ayak izlerini?
yağan yağmurlar mı, yoksa kendi midir onları silen?
dönmek istiyorum ben, dupduru bir su, el değmemiş bir toprağım şimdi.

akdeniz'e dönüyorum! akdeniz'e dönüyorum!
anamın rahmine yeniden, yeniden döner gibi.


ahmet erhan
ankara, aralık 1980
(yazko edebiyat, mart 1981)


-----------------------------------------------------------------------

not: ekim sonunda akdenize gitmeyi düşünüyordum. giderken de, yıllar önce üşenmeyip bir deftere geçirdiğim bu şiiri yazıp 'size bu uzuuun güzelliği bırakıyorum' diyerek.. ama yapamadım işte, 'gitmedim, gidemedim'. yine de, bu şiir buradaki yerini alıversin.. yazıldığı tarihi ve şairinin o yıllarda henüz 20'li yaşlarında olduğunu hatırlayarak okumakta fayda var. tarih biraz da -ve hatta daha çok- böyle öğrenilir. 'birara yazarım' dediğim şeye de gerek kalmadı böylece. işte buna benzer birşeylerdi..
portakal çiçeğinin ne işi olduğuna gelince, benim için akdeniz portakal çiçeği kokusudur da ondan.
bu arada, 'cumartesi yazıları'nın biraz başı ağrıyor bugünlerde. geçince dönecek..

9.11.05

akrebin..



akrebin gözleri her an üstümde sanki
akrebin gözleri öyle yaman ki
öylece bakıyor hiç göz kırpmadan
bekliyor beni kımıldamadan

hainlikle dolup, boşalan bakışları
sanki bitmez bir kin nefret soluyor
yavaş yavaş yandan yaklaşışları
belli ki küçük bir fırsat kolluyor

sen oradasın ben buradayım
sanma ki ben korkulardayım
bundan böyle de kuşkulardayım

akrebin gözleri akrebin akrep
akrebin gözleri akrebin akrep

akrebin gözleri, zaman böyle geçerken
bekleme boşuna bekleme beni
bir yerlerden gelip bir de giderken
varolmak yokolmak ne farkeder ki?

akrebin gözleri akrebin akrep
akrebin gözleri akrebin akrep...

erkin koray


------------------------------------------------------------

doğumgünlerimiz kutlu olsun..

8.11.05

'pembe flamingo'



'bir tanrıça olmaktansa bir siborg olmayı tercih ederim,' diyor yeni zamanın feministlerinden donna haraway. bunu konuşmuştuk taksim sanat galerisi'ndeki sergi çıkışında. eşya ya da makine ile insan arasındaki sınırların bulanıklaşmasından söz ederken eğlenmiştik. tamirci öyküsünü anlatmıştı. tamirciye kasetçaları uzatıp 'kendini iyi hissetmiyor,' demiş ve adamın şaşkın bakışlarıyla karşılaşmış. bedenin, özellikle de kadın bedeninin sınırlarının makine ile olduğu kadar, canavarlarla, hayvanlarla, toprağın dokusu ile iç içe geçtiği, organik insan gözünün perspektifini genişleten resimler yapıyordu. geleceğe yönelik bir kehanet var bu resimlerde. ama gelecek hep eskinin öyküsünü taşıyor. zamanın sanıldığından daha eski olduğunu, insanların göründüğünden daha katmanlı olduğunu sezdiriyor. resmine bakan herkese şu anda ve burada olandan başka, daha eski ve daha yeni bir hayat sunuyor. rahatımızı usulca bozuyor. işe gitmeyle sınırlı olmayan bir enerji, gözünü yummanın dışında bir umut, anlaşmaları aşan bir aşk, iyi niyet mesajlarının ötesinde bir iyilik, kıskançlıktan ibaret olmayan bir kötülük düşündürüyor. bu kadar geniş bir hayatı ve bu kadar kısa bir ölümü değil kabul etmek, anlamak bile çok zor.

meltem ahıska
defter 38 / metis yayınları

6.11.05

korkunun ecele faydası yok!



geçen hafta hemen her geceyi oturduğumuz caddedeki dükkânların alarmlarını dinleyerek geçirdik. her seferinde bir diğerinin.. cumartesi gecesi durup durup çalarak sabahı etmemize neden olan büfenin alarmı (neyi koruyorsunuz? sosisleri mi, ayçekirdekleri ile sakızları mı?) pazar günü saat 17.00 sularında yine çalmaya başlayınca yaklaşmakta olan felaketi tahmin etmek hiç zor olmadı. ama yine de müziğin sesini açarak bir süre dayandım. sonunda aradığım emniyetteki hayatından bezmiş memurla aramızda şöyle bir diyalog geçti:

ben: nereye başvuracağımı bilemedim, sizi aradım.
memur: bizim yapacağımız bir şey yok. siz asıl o alarmı takan lavuk var ya, o lavuk.. işte onu bulun asıl.
ben: zaten onu bir bulsam..
memur: yankesici olsa gelir keseriz..
ben: yankesiciyi niye kesiyorsunuz memur bey. dediniz ya bu alarmları takan, taktıran lavukları kesmek lâzım asıl.
memur: yok onu demedim.. hani yankeski var ya, ondan diyorum.. ekiplerin elinde olsa gelir alarmı devreden çıkartırız. yoksa biraz da biz dinler, döneriz. bence siz bir yankeski bulup alarmın kablosunu kesin.

o akşamı bu diyalogdan ve yankesici/yankeski anlaşmazlığından gevşemiş bir şekilde atlattım. o kadar çok güldüm ki, sesi filan unuttum.
dükkân sahiplerinden birine ulaşılmış. böylece alarmlardan birisi geceyarısı sustu, ama diğeri çalmaya devam etti. ertesi gün konu hakkında öğrendiklerimiz:
. ulaşmaya çalıştığımız alarm şirketinin telefon numarası satış ofisinin.. yani yalnızca mesai saatleri içinde ulaşılabilen bir numara.
. dükkân sahibinin telefonuna gelmesi gereken sinyal, ancak içerdeki alarm çalınca geliyor, dolayısıyla dışardaki sonsuza kadar çalsa da kimsenin ruhu duymuyor.
. bu alarmların karakollara da bağlı olması gerekiyor. ama biraz önceki diyalogdan sonra sizce böyle bir ihtimal var mı?

muhtelif dükkânların alarmları bayram tatili boyunca da aralıklı olarak çalmaya devam etti. bir tahmine göre, emniyetin kameraları ya da dipdibe alarmlar birbirini tetikliyor. tahmin edebileceğiniz gibi artık kimseyi aramıyorum, ne büyüklükte bir yankeski almam gerektiğini düşünüyorum. düşündüğüm hiçbir büyüklük kesmek istediğim şeylere yetmiyor. herkesin nasıl ve neden bu kadar çok ses üretmeye meraklı olduğunu çılgınca merak ediyorum. bütün bu önlemlerin bir işe yaramadığını nasıl olup da göremediklerini de.. haberlerde, soyulmuş küçük esnafın dükkânlarındaki kameraların çektiği görüntüleri izliyorum ve bu görüntülerle hırsızlıkların artışındaki paralelliği düşünüyorum. araba alarmlarının, klaksonların ve cep telefonlarının saygısızca yükselen seslerinin, birilerinin malını mülkünü korumak için heryerde sürekli kaydedilmekte olan görüntülerimizin hiç de öyle gelişmişliğin, teknolojinin, emniyetin, şuyun buyun değil, bal gibi de mülkiyetin iktidarının göstergesi olduğunu görüyorum. 1984’ün üzerinden çok uzun zaman geçti, kimse büyük birader’i filan hatırlamıyor anlaşılan.

bayram nedeniyle merkeze doğru akın eden varoş gençlerinin yüzündeki ifadeyi görünce, yanmakta olan paris aklıma düşüyor. alarmdan buralara nasıl vardığıma gelince.. düşünceleri genellikle böyle zıplayarak yolalan biri olarak pek hoşuma giden bir sözü hatırlatabilirim: sap ile saman tehlikeli ölçüde yakındır.