18.12.06

satır araları



şov ille de devam etmek zorunda filan değildir!

yok, babam öldüğünde de sahnedeydim, eller havaya beklemez; yok, karım doğururken yanında değildim, sevgili okurlarım benden imza bekliyordu; yok, çocuğumun yılsonu gösterisine gidemedim çünkü japon işadamlarına ortaklık kakalamaya çalışıyordum...

işi, ticareti ve de aslında parayı hayatın merkezine koyanların kendilerine kılıf geçirme çabalarından ve de amerikan mottosu "the show must go on!" ı atasözüymüşçesine, içleri kan ağlıyormuş gibi tekrarlamalarından illallah..

ki aileyi, çocukları hiç dillerinden düşürmeyen de onlar, kutsallık nutukları atıp her türlü özgürleşme çabasını bir saldırı olarak görenler de.. yalan dolan!
***
ki alın size bir örnek daha.. üç yıl boyunca, aman seyircimizden tepki görürüz diye kadının yatak odasından içeri adım attırmayanlar, şimdi aynı seyirciyi ahlaksız teklif dedikleri şeyle şoke edip memleketi konuşturmak ve bu sefer de voliyi buradan vurmak için proje yapmışlar. herkes bunu konuşuyor, hatırını sormadan bu konudaki fikirlerini merak ediyor. ahlaksızlık mı? sadece yatak odasında ve belin aşağısında mı?
***
güzel ansiklopedi vikipedi'de mecidiyeköy maddesi yazmıştı biri: "cevahir alışveriş merkezi'nin bulunduğu semt!" şimdi... o arsanın kamu malı olup birilerine peşkeş çekildiğini, o bölgenin böyle büyük bir merkezi taşıyacak planlamaya sahip olmadığını, yapımı süresince sürüp giden kimin eli kimin cebinde tartışmalarını hatırlatsak neye yarar ki? mecidiyeköy'ün yerine koyuyorum kendimi, ruhum sızlıyor: "ne yani ben daha önce yok muydum?"
fare dağa küsmüş modeli protestolarım vardır, kişilere, mekânlara ya da durumlara karşı.. yok saydığım, vitrinde yaşayanların bu yeni tapınağına birkaç ay önce iş için uğramak zorunda kaldığımda, caddeye açılan binlerce merdivenin yanına bir tane bile rampa yapılmadığını gördüğümde niye şaşırmadım acaba? temizlik görevlisinin yardımıyla koca arabayı merdivenlerden indirdim, bir daha da allah uğratmasın diyerek arkama bakmadan uzaklaştım.

boşluktan aşağı uçan delikanlı, merdivenlerden yuvarlanan küçük kız çocuğu, hırsız olduğu şüphesiyle dayak yiyen bir diğeri, kalp krizi geçirerek ölen güvenlikçi.. görünen kurbanlar.. hayatımızı nelere ve kimlere nasıl teslim ettiğimizi sorgulamadan vitrinlere koştukça, görünmeyen cezaları, bilinmedik kurbanları önemsemedikçe onlara ağlamasak da olur. kanlar silinir, geçerken konuşacak şeyiniz olur, "aa, bak tam burdan yuvarlanmış!"
***
annem, sabah evden çıkarken akşama ne yemek istersiniz diye sorardı küçükken. genellikle aldığı cevapsa 'farketmez' olurdu, 'ne istersen onu yap'. bunun iyilik olduğunu sanırdık, onu kısıtlamamanın.. oysa o kısıtlanmak istiyordu, asıl zorluk ne yemek yapacağına karar vermek. gerisi kolay.
yani demem o ki, benim de size sorasım var. bir faydası olmayacağını da biliyorum oysa, çünkü masanın başına menemen diye oturup fırın makarna ile kalkıyorum genellikle, üstelik hiç yazmasak da olur. bütün o reklam filmleri, binlerce forum, bunca gürültü olmasa da olur.
***
şov ille de devam etmek zorunda filan değildir!

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: resim, james ensor'dan..

5.12.06

töre?



trt'de bir sohbet programında sıla dizisi bahanesiyle töre konuşuluyordu geçenlerde. ben rastgeldiğimde dizinin yazarı/yönetmeni, sunucuya ayar vermekle meşguldü, biraz da şaşkın. 'diziyi seyretmemişsiniz, seyretseydiniz böyle sorular sormazdınız bana.' insan bu durumda biraz dürüstlük bekliyor, ama boşuna.. seyredilmediği gün gibi aşikâr, ama laf çevriliyor.. bildik genellemelerle ezbere sormaya devam.. sonra dizinin oyuncularından birine, karakteriyle ilgili olmadık bir yakıştırma yapınca bir cevap da oradan alıyor: 'ama siz dersinizi hiç çalışmamışsınız ki..' sunucunun yerine -ki psikolog ve öğretim üyesi aslında- yerin dibine battığımız bu durumda ikinci seçenek stüdyoyu terketmek olabilir. ama elbette, her zaman bir üçüncü seçenek vardır. karşınızdakilerin anlayışsız ve sert olduklarını ima edersiniz, bir de bahane geçmiş olur elinize: 'ben soru sormaya korkuyorum, siz anlatın, ben sormadan..' ve üstten bakışınızı, bilgiç tavrınızı sorgulama ihtiyacını hiç duymazsınız.

böyle detaylı anlatmamın amacı dedikodu yapmak değil, tam da bu konuların ele alınışını açıklayan iyi bir örnek bence. daha dizi başlayalı iki hafta olmuştu ki, aslında aklı başında işler yapan biri, 'işte tam genç kızların rüyalarını süsleyen bir konu. ağa, kötü de olsa aşk diye peşinden giderler, herşeye katlanırlar..' diyordu yine bir programda. dizinin anlamaya ve kavramaya yönelik çabasını bir tarafa bırakalım -ki bu sadece bir dizidir- bu tür yorumlar bana, şu pek yaygın misyonerce yaklaşımın bir göstergesi gibi geliyor fena halde.

meseleye sadece bir laboratuvar çalışması gibi yaklaşıyor, orada süregelen hayatı hiç merak etmeden ahkâm kesip duruyorlar: 'kadınlar öldürülmesin, kızlar okula gönderilsin, töre sona ersin!'
peki, başüstüne..

kapılarına gelen şehirlileri kıramayıp kızlarını okula gönderen babalar, birer birer alıyorlar okuldan, yalnız kalıp hayat normale dönünce. hayatı sayılara indirgeyen anlayış, ilkini başarı, ikincisini başarısızlık diye yorumluyor. bu kadar basit mi gerçekten?

ben bilirimci düşüncenin her yere destursuz dalabilme fütursuzluğu.. kendi ezberini dünyanın gerçeği sanan zihniyetler... misyonerlik sadece afrika'ya giden avrupalının tekelinde değil, istanbul'da yarım saat ötedeki mahallede deneyimlemek mümkün. 'aa, ne töresi canım, hangi devirde yaşıyoruz!'

töre, gelenek, din.. herkes bir tarafından ve istediği açıdan okuyup kategorize ededursun, birbirinden çizgiler çekerek ayrılamayacak kadar içiçe ve insanlığın en eski kavramlarını böyle iki cümle, bir tv programı, bir buçuk kampanya ile 'temizlemeye' soyunmanın tehlikelerinden de söz etmek gerekiyor biraz. sıla'da istanbullu kız, 'kurtarmaya' çalıştığı insanlar ölüverince onun yüzünden, şaşkına dönüyor. yaa, bunu hiç düşünmemiştiniz di mi?
ruanda katliamı, avrupalı misyonerlerin yıllar ve yıllar boyu altını ince ince oydukları etnik meselelerin hiç de ummadıkları şekilde sonuçlanmasıdır. gelmekte olan felaketi farkeder etmez müdahale etme imkânlarını kullanmak şöyle dursun, arkalarına bakmadan kaçmışlardır. sonra, kendilerini hemencecik konunun da dışına atarak elbette: 'aa, ne büyük vahşet!'

..ki ortada tümüyle temizlenmesi gereken bir durum olduğunu kim söylüyor ve kim neyi neyden nasıl ayırıyor, kimi kimden kurtarıyor ve kurtardığı yerde ne vaadediyor, meçhul. sizi kim kurtaracak der bir gün biri sağlam bir yerden, tutup yere çalıverir o sağlam sandığınız sırça köşkünüzü, hiç belli olmaz.
***
anlama çabası iyi birşeydir, ille birşey yapmak isteniyorsa oradan başlanabilir. ayakkabıları kapıda çıkartıp sessizce içeri girip bir köşeye oturmalı. kendi sesinde ve düşüncende boğulmadan kulak vermeli.

----------------------------------------------------------------------------------------------
not: bir yerli diziyle ruanda katliamını biraraya getirme densizliğiyle yetinmiyorum ve içimde kalmasın nevinden bir şey daha söyleyip gidiyorum. dünyanın en güzel çarşılarından olan kadıköy çarşısının güzelim arnavut kaldırımlarını kaldırıp, istanbul'un her yerine bulaşan, artık görmeye tahammül edemediğimiz o olamayasıca granitlerden döşetenlere; bu işe karar veren, bundan para kazananlara, pek âdetim değildir ama bir beddua edesim var izninizle. ister bu dünyada, isterse diledikleri bir öbür dünyada, o kaldırıp attıkları taşları tek tek döşesinler inşallah diyorum. döşesinler döşesinler bitmesin, sonsuza kadar. aynı duayı, ormanları hektar hektar biçenler için tek tek ağaç dikmek olarak uyarlayabilirsiniz isterseniz.

atlar mı? onların konuyla hiç ilgisi yok. öyle özgürce koşturuyorlar..

23.11.06

'minyatür sessizliği'



aklıma bir yazı takılınca ve yazmayınca/yazamayınca başka bir şey de yazamıyorum. aklıma takılanı istediğim gibi toparlayamadım, yazamadıkça konudan uzaklaştım, kafam da epeyce dağılmıştı hayat gailesiyle, ara uzadı böyle. oysa burası günlük değil mi, arada bir merhaba diyebilirim havadan sudan.. ama yok, şeytan azapta gerek.. ille, istediğim yoğunlukta olacak, yazmak için yazılmayacak filan..

ama yazamamak içime dert oldu, bunu paylaşmak da şart oldu. ne demiştim bir ara, başım sıkışınca şiire, şarkıya sardırıyorum.

hadi bakalım, buyrun burdan yakın o halde.

an ve masal

güneşin ve suyun tadıyla
uçunca bulutların tarlasına
orada gece yok
gece olmuyor uzaklarda

boynumda gümüş bir kafes
sadakatsiz bir cariye gibi
uzanıp kıvrıldım ayın ortasına
o bir dede
ben tanrıça
günlerce uçtuk alacakaranlıkta

boynum ince
kalbim boş
sürdüm yüzümü ağaçlara
rüzgâra sürdüm gözlerimi acıyla
geçtiğim yollar
ve uçtuğum
o gecesiz gökyüzü
bulutların tarlasında oturan
tanrı kadar yorgun
fısıldadılar:

an ve masal
an ve masal

bejan matur, rüzgâr dolu konaklar

----------------------------------------------------------------------------------------------
not: başlık, bejan matur'un başka bir şiirinin adı, resimse bir hint tanrıça maskı..

6.11.06

bach sonatı



yakınlarımızdan daha çok tanıdığımız (ı sandığımız?) birileri günü gelip terkedince dünyayı, hayatlarımız gözümüzün önünde resmi geçit yapar, kaçarı yok..

sandığımız dedim, çünkü, en azından benim kafamı epeyce meşgul edip pek kesin tanımlar koyamadığım biri oldu bülent ecevit her zaman.

umut ve karaoğlan dönemlerindeki o inanılmaz mitinglerden birine tanık oldum 70'lerde. gelmiş geçmiş en umutlu günlerdi topluluklar için. saf bir sevinç vardı ortalıkta, siyasetin hamasi ve ciddi havasından uzak çocuksu bir sevinç. bu yüzden de aynı oranda çocuksu bir hayal kırıklığı yaşanmış olabilir: "hani bizi kurtaracaktın?" tek bir kişinin dere yatağını değiştirebileceğine olan inanç yaygın bir mit ülkelerin ve kişilerin hayatında. ne yapalım, herkes gençliğinde böyle hatalar yapıyor zahar.

çılgınlar gibi okuduğum o günlerde ismini ilk kez bir politikacıdan duymanın şaşkınlığıyla tagore 'un şiirlerini okumuştum onun çevirisiyle. sanskritçe diye bir dilden de böyle haberim olmuştu.

yani ecevit aslında, çok güzel gülümseyen bir adamdı. hatırlamaya gerek yok, belgesellere bakın görürsünüz. bir de şiirler yazardı karısına 'yapamadıklarımız' diye. edebiyat da kimi zaman politika kadar yalan olabiliyor böyle. 'şiirler yazacağına yapsaydı' demiyor musunuz siz de içinizden?

tamam herşey detaylarda gizlidir ama detaya boğulmak da insanı yorar, konudan uzaklaştırır. bâki kalan her ne ise işte o bir cümle, bir ses, bir his.. işte ecevit için o, iyi birşeydir. böyle bakınca insan hayatına, üç yanlış bir doğruyu filan götürmez. geriye kalan, 'sanki olabilirdi, keşke olsaydı, olabilseydi' denen bir tasarıdır. ama kimseyi yapmadıkları, yapamadıkları ile tanımlamak bize düşmez. çok daha fazlasına soyunsa da, herşeyi sadece inandığı için yaptığına, kimseyi kandırmak, peşinden sürüklemek gibi iktidar hırslarıyla hareket etmediğine inanıyorum nedense. yani herhangi birini değerlendirdiğim kıstaslarla bakıyorum ona da. bütün bunlar size naif geliyorsa, doğrudur. o mitingi yaşayan, akşamları seçim konuşmaları için heyecanla radyo başına koşan genç de burada çünkü, yazıyı biraz da o yazıyor. hepsi oldu. hepsi gerçekti. bir zamanlar âşık olduğunuz birini o hâliyle hatırlamak daha iyi fikir olabilir. en azından aşkı anladığından ve anlattığından kuşku duymadığımız biri söz konusuysa..

ne ben sorayım seni
ne sen beni sor
soyunmuş seslerimiz tenden
boşlukta bir aşk örüyor

ses olmuş duygular
yaklaşır dalga dalga zamansız
kavuşsa da seslerimiz birbirine
biz kavuşamayız

ne kollarımız var saracak
ne öpecek dudaklar
ne görülecek yüzümüz var
ne görecek göz

bir aşk örüyoruz boşlukta
çizgiden soyut
zerreden öz

bülent ecevit, 1953

------------------------------------------------------------------------------------------------
not: daha yeni genç bir ölümle sarsılmış, şu yandaki bir yıllık arşivden bir kısmını görebileceğiniz gibi, onca arkadaşını kaybetmiş biri olarak, en azından hayatın bana izin verdiği sürece burada ölüm üzerine yazmamaya karar vermiştim. son yazdığım yazıya kendim bile acı duymadan bakamadığım ve de okuyanlar tekrar tekrar bu acıyı duyuyor diye pişmanlık duyduğum için... siz bunu bir hatırlama ve yâdetme yazısı sayın..

16.10.06

çekelim, sonra bakarız..



kimbilir kaç japonun duvarında tramvayla birlikte suretimiz geziniyor..

...diyordum epey zaman önce. daha cep telefonları fotoğraf çekmiyordu, dijital makineler bu kadar yaygın değildi. sapıkça habire kaydetmek sadece japonlara özgü bir hastalık gibiydi. şükür allahıma, hep birlikte her an her şeyi kaydedecek muasır medeniyet seviyesine bir adım daha yaklaştık. bir meşhur kişinin söylediği gibi, 'ah o cep telefonuna fotoğraf çekme işlevini yükleyeni bir elime geçirirsem...'

birkaç saatliğine hasbelkader aynı masada oturduğum, bir daha yüzünü görmeyeceğim birileri fotoğraf çekmeye, ya da kamerayı burnumuza dayamaya kalkınca huysuzluk ediyorum, hiç çekinmeden. açıklama hazır: 'hatıra için!' eğer hatırlayacaksan zaten hatırlarsın, değilse böyle hatırlamasan da olur! ayrıca hatırlanacak birşeyler için o kamerayı indirip bakman ve görmen gerekmiyor mu? benzer bir durumda yüzümü kızartan pakistanlı kadına da selam gönderiyorum içimden. 'neden çekiyorsunuz fotoğrafımı?' demişti? 'neden?'
***
ilk yurtdışına çıkışımda, bütün gün dolaşıp eve döndüğümde, eyfel'e de gittiğimi öğrenen arkadaşım 'fotoğraf çektin mi?' demişti. 'aferin, bir sen eksiktin, sen de çektin mi? günde kaç bin tane fotoğrafı çekiliyor o kulenin, biliyor musun?' hafiften burulmuştum. marifet sanmasam da, böyle de yaklaşmamışım konuya.. anlamam için çok zamana ihtiyacım olmadı.. birkaç gün sonra bu kez eyfeli uzaktan gören bir meydanda, gözünde kameralarla otobüsün ön kapısından inip üç-beş dakika sonra arka kapıdan binerek çekip giden turist ırkından insanları gördükten sonra makineyi evde bırakıp çıktıydım sokaklara.. o fotoğraflara yıllardır bakmadım, ama kulenin tam altında durup yukarı bakarkenki görüntü ve hissiyatım taptaze. aşinayım sandığım 'şeyin' nasıl bu kadar yeni ve heyecan verici olduğuna şaşırmıştım. fotoğrafla (ne de yazıyla) iletilemeyen, kimsenin kimseye aktaramayacağı, biricik olan..

şimdi, bu konularda sontag ve barthes gibilerin yazdıkları aklımdayken fotoğraf üzerine ahkâm kesecek değilim. derin ve dallı budaklı durumlar söz konusu. üstelik onlar bu yeni yeni hâllere ne derdi acaba diye de deliler gibi merak ediyorum. oysa ben işin en basit noktasına, en başına dönmekteyim gün geçtikçe. kızılderililerin, fotoğrafın ruhları hapsettiği inancını giderek daha çok hatırlar oldum. yoksa fotoğraf çekmişliğimiz de var sokak sokak dolaşıp, nasıl zevkli bir şey olduğunu bilirim. albüm bakmayı da severim, kaybolan çocukluk fotoğraflarımı hatırlayınca da hâlâ içim sızlar. ama, konsere gidip sahneye değil de iki saat boyunca telefonunun ekranına bakanları; karşısına çıkan camiyi, çeşmeyi, şunu bunu, yanındakiyle konuşmasını bile kesmeden bir buçuk saniyede kaydedip yoluna devam edenleri; güneşin batışını değil de güneşin batışını fotoğraflamayı yaşayanları anlamamı kimse beklemesin.

'desinler diye yaşıyoruz' güzel laftır, bu durumlara da uyabilir küçük bir düzenlemeyle..
***
sperm yumurtayı döller döllemez fotoğrafını çekmeye başladılar ya sabi sübyanın, bir de onu elden ele dolaştırıp, albümlere filan koyuyorlarmış.. yok neyse ki bizim böyle eşimiz dostumuz da, duyuyoruz. bu filmlerin ana karnındaki bebelere ne yapıp ne yapmadığını da bir ara anlatırlar bize belki, ilerlemiş teknolojinin yardımıyla. sonra da ona çare bulacam diye uğraş dur..

bir muhabbet sırasında söz açılıp da, bu 'en ilk fotoğrafı çekme' yarışıyla ilgili aklımıza gelenleri esirgemezken, bir arkadaşımız, 'ya işte her teknolojik yenilik böyle tepkiyle karşılanmış zaten tarihte' dedi. benim tepkim teknolojiye olmasa da, doğru elbette. ama bu yuvarlana yuvarlana giden gemide, her kurulan masaya yumulmayı, iştahın değil arsızlığın göstergesi olan bu hâlleri biraz açığa vurabiliriz değil mi? durun bir sakin olun, diyebiliriz en azından.

9.10.06

haydi sibel!

üzerinden yıllar geçmiş... filmler ve üstelik başka bir durumda önünde secdeye gelecekleri bir ödül geçmiş.... kız, hiç eğilip bükülmeden geçmişiyle yüzleşip bağıra bağıra ağlayarak koşmaya başlamış ferahlayıp. ama dediği gibi, ne zaman yeni bir başarı gelse, arkasından saldırılar, tacizler, hor görmeler gırla.

internetteki haber sitelerinde, en hafifi orospu olmak üzere hakaretin bini bir para. sibel kekilli doğru söylüyor, porno sitelerine kadar gitmeye gerek yok: "siz bir de bana gelen mesajları görün de porno neymiş anlayın."

'kıskançlık' demiş.. bunu, ödül sonrasındaki tavrıyla ve söyledikleriyle bu hakaretleri edenlerin meşru zemin edinmelerine yardımcı olan sinemanın 'hanımefendi' oyuncusu hakkında söylediğini sanmam. genel bir izlenimdir, dünya hâllerini bilmekten kaynaklı bir yorumdur.. halbuki şöyle bir baksaydı şu meşhur ve meşum internet aramalarından, karşısına çıkan röportajlarda, sinemanın beşinci yıldızı olduğunu vurgulamaktan hiç vazgeçmeyen bir portre görürdü. ki ben kaç kere karşılaştıysam tv'de de aynı cümleyi edip duruyordu. şimdi birileri bunu yüzüne söylemiyordur herhalde, acı haberi biz verelim.. türk sinemasında o kadar çok beşinci vardır ki..
yani, güzellikleri, oyunculukları, herşeyleri tartışılabilir. ama tarih böyle tecelli etmiştir ve onlar kare astır, yapacak bir şey yoktur. ve daha önemlisi, ne bu ismi, ne de 'taçsız kraliçe' gibi lakapları onlar layık görmemişlerdir kendilerine.
***
onu bize tanıtan yönetmeni, 'rol için gelenlerin arasında en masumu oydu' diyor oyuncusu için. kulak verelim.
***
'duvara karşı'da film karakteri sibel, tv'de seyrettiği halterciye 'haydi sibel!' diyordu. tek kelimeyle, tek sahneyle bütün bir hayat..

şimdi de ben ona 'haydi sibel!' diyorum. haydi..

----------------------------------------------------------------------------------------------
not: haberler üzerine sıcak sıcak yazmak gibi bir derdimiz yoksa da, bu yazının gecikmişliğinin ve buna rağmen burada yer almasının nedenlerini söylemek istiyorum. selda alkor hastalanmıştı, yazarken kendimi iyi hissetmedim, bıraktım. ama ortalığı dolduran o yorumların yanında bunun gibi yazıların çoğalmasını istedim, yazdım. bu kadar...

30.9.06

zamansız... mekânsız...

herkesi bir güzel utandırdı ilhan irem, başta beni.. aslında kesintisiz bir müzikal yaşantısı olduğunu, beraberinde bütünlüklü bir geçmişe sahip olma ihtimalini gözden kaçırdık. gözden ırak diye gönlünü de göremedik. son yaptığı albümden çalıp söyleyecek, kısaca romantik diye nitelendirdiğimiz, 'değişti' önermesini haklı çıkartmak üzere, şimdikinden çok farklı yerlere koymaya çalıştığımız şarkılarını bir kenara atacak diye korktuk. orda burda duyduğumuz bir çift lafı, mektuplarındaki 'sevecen' hitabını, 'ışık ve sevgiyle' sloganını onu sadece bu çerçevede tanıyıp sevenlerle paylaşacak, şarkılarını sevip başka da bir şeyle ilgilenmeyenleri dışarda bırakacak diye endişelendik. ama yine de gittik. biraz riskli bir durumdu, neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk, ama gittik.

ve de halt ettiğimizi hep beraber gördük. hangi parçayla başlayacağı tahminlerinde hiç akla gelmeyen o güzelim şarkıya başlar başlamaz farkederek üstelik:

zaman sevmek için çok geç, uyumak içinse erken...

aynı yumuşaklık ve aynı güçteki bu ses!
yıllardır o malûm saatlerde arada içimden tekrarladığım bu sözler!
biz mi bekledik, o mu geldi? kimi zaman tam yerine oturan o klişe laflardan birindeki gibi.. eski bir sevgiliyle karşılaşmıştık, lamı cimi yoktu.

ilhan irem tahminleri kökünden sarstı, geçmişine ayrım yapmadan sahip çıktı. lady d'arbanville' i söylemek istemeyen cat stevens örneğiyle zehirlenmişiz azıcık, şaşırdık. biz onu tanımadan önce uludağ'da otellerde şarkı söylerken ilk ezberlediği italyanca şarkıya kadar gitti, sazlıklardan havalanan ördeği hiç de küçümsemediğini, onu bis parçası olarak ayırarak gösterdi. bazı şarkıları söylemeye doyamayıp, sonlarını tekrarladı. cidden çocuk gibiydi.. o mu kaldı geçmişte, biz mi gittik yanına, bilemiyorum?
***
kendimi de katmama bakmayın, konser hakkındaki varsayımlarım bir yana, geçmişten bugüne herşeyini severim, müzikaliteden hiç uzaklaşmadığını bilirim. ama düşünce ve ruh dünyasının aslında 20'li yaşlarından beri aynı yere yöneldiğine, sözlerinde ve müziğinde ve şarkı söyleyiş tarzında başından beri aynı dertlerle cebelleştiğine tam olarak uyanmam için iki saatte hepsini birden dinlemem gerekiyormuş.

o, hoşçakalın deyip sahneden gidiyormuş gibi yapıp, 'bir sürpriz var' diye semazenlerle ve yeni albümünden söyleyerek geri dönerek, 'o geçmişti, bu gelecek!' demeye getirse de, sahnede, rocker ruhu da sahiplenen bir adam vardı.
sahnede, yaptığı her şeyi seven ve sevildiğini bilen iyi bir besteci, söz yazarı ve şarkıcı vardı.
sahnede hayatımızın fon müziklerinden biri vardı.

iyi geldi.

-----------------------------------------------------------------------------------------------
edit: son albümden 'yılan ısırığı' çok iyi. kuvvetle tavsiye edilir.

20.9.06

vurun kahpelere!
















roman kahramanı kahpelerden, roman yazarı kahpelere yükseldik şükürler olsun şanlı cumhuriyet tarihimizde. özgürce konuşan kahramanları, yaratıcılarını edebiyat alanından çıkartıp sırtlanların önüne atmakta yem olarak kullanıldılar.

yeni türk eğlencesi mahkeme önü parodileri için son çağrıyı yaptı tekinsiz adamlar. memleketin ve aslında hayatın 'kerinçeklerle perinçsizlere' emanet olmadığını düşünmek istiyorum. roman kahramanlarının, çevirmenlerin ve sonra kimbilir kimlerin, fitilin ucunu tekrar tekrar yakmaktan hiç çekinmeyen bu adamların önüne böyle atılıvermelerinden korkuyorum. bunun ne politikayla, ne hayatla ne hiçbir şeyle ilgisi olmadığını düşünüyor, hiçbir şeyden korkmazken bu recm çağrılarından korkuyorum. hayatın içindeki örneklerini biliyor, görüyor, benzetiyor, ürküyorum.

kimi zaman tek bir takıntılı ruh hastasının dünyayı bile nerelere götürdüğünü hatırlıyorum.
***
savcılığın kitaptan başka alıntılar yaparak itirazına rağmen açılan davanın sonucunu, lince dönüştürülmek istenen duruşmada kimin nasıl korunup korunmayacağını göreceğiz yarın. birilerine birşey olmasın diye elimiz yüreğimizde olacağı için, aslında bu davanın varlığının bile nasıl bir aşağılanma, bir hakaret, boktan bir şaka olduğunu unutacağız. arkasından başka davaların geldiğini, bunun giderek sıradanlaşmakta olduğunu unutacak, kökten itiraz etmekten vazgeçip davanın gidişatıyla oyalanacağız. vazgeçirileceğiz, daha azıyla yetinmek zorunda bırakılacağız.
***
neredeyse bir mizah figürü olan, herşeye kafayı takıp oraya buraya şikâyetler yazan emekli albayların apartman önündeki çocukları azarlamakla yetinmeyip haklarını mahkemelerde aramasına gülemiyoruz artık. hastalığını bile ayıptır diye sakladılar yıllarca, 'içki içer mi o bir ilah' diyerek. şimdi, kendince tarih yorumlayıcılarından biri atatürk 'ün çarşafa girmesine bozulduğu için, bir kitap ve yazarı daha yargılanacak önümüzdeki günlerde. hem yazarı, hem de ilk kez bunca yıl sonra gerçek hikâyesine yaklaşılmaya çalışılan latife hanım.
***
bu adamlara, mahkemelerin ona buna dava açan konumundan başka bir de çete mensubu olarak rastlıyoruz son yıllarda di mi? neden acaba? herşeyin böyle birbirine karışmasına ne denirdi? ben unuttum, siz hatırlayın.

-----------------------------------------------------------------------------------------------
fotoğraflar: perihan mağden, elif şafak, ipek çalışlar, latife uşşaki.

17.9.06

'fiziksel projeksiyon'



1654'te bir başpiskopos dünya'nın iö. 4004 yılının 26 ekim sabahı saat dokuzda yaratıldığını söylemiş. karmaşık hesaplar yapmış belli ki bu kesin sonuca ulaşmak için, patriklerin yaşlarını filan toplamış..
'kutsal' insanın yaradılışına ilişkin tevatür sürse de bazı kafalarda, dünyanın yaradılış gününe ilişkin pek fikir beyan eden yok artık böyle ince hesaplarla. başa çıkılamayan yerde bilimin söylediği en azından sessizce kabul görüyor. ancak bu sefer de sonuna tarih biçmeye başlıyor insan. kıyametin kopacağı gün üzerine fikir teatileri ve yan konu olarak büyük deprem tahminleri. bilim, 'şimdilik ve bilebildiğimiz kadar böyle' demekteyken, dinden ibaret olmayan çeşitli inançlar günübirlik durumlara tek gerçek diye bakıp 'işte budur' demekte ısrarlılar. ister politik bir durum, ister hangi besinin ne işe yaradığına dair uzman görüşleri. şimdi sıra, 'enformatik' olmanın bilgiye ulaşmak anlamına gelmediğini farketmeye geldi.
***
topraktan, sudan, gökyüzünden, kısaca doğadan kopuk 'şehirli' hayatların en büyük problemi, edebiyatı, sanatı, sosyal bilimleri yüceltmek; temel bilimlerin, adı üstünde 'temel' varlığını küçümsemek sanırım. hadi burada hemcinslerime bir taş atayım, genellemeleri sevmesem de, onlarda daha çok görülür bu hastalık, biliyorum. matematikle muhasebeyi aynı sanan ve bunları da dünyanın kötü gerçekleri kefesine koyup, karşısına da şiiri, resmi filan yerleştiren bu anlayış, oldum olası komik gelmiştir bana, ne yalan söyleyeyim. üstelik, ilk gençlik yıllarımda ben de öyleydim sanırım, pek itiraf etmek istemesem de..

yeğenimin sorduğu sorulara cevaplar vermeye çalışırken bir küçük oyun oynadık onunla, 3-4 yaşından beri. 'bu fizik, bu kimya, bu biyoloji' diyordum. sonra o bana 'bu fizik mi?' demeye başladı. sonra bir gün bir konuda, 'hımm, konunun fiziksel projeksiyonunu anladım' deyiverdi!

çocuklar 'gerçek' sorular sorarlar, meselenin özünü anlamaya yönelik. cevap vermeye çalışırsanız siz de 'fiziksel projeksiyonu' anlamaya yaklaşabilirsiniz.
***
bazen, 'büyük patlama'dan başlamak gerek anlatmaya diye düşünürüz ya, şaka yollu. ya da birilerinin en basit konuları bile oradan başlayıp anlatmasından yaka silkeriz. oysa, belki her saniyeye, her cümleye bu süreci katarak anlamak çok işe yarayabilir. günübirlik durumları nasıl 'gerçek' diye sunduklarına bakalım, insanın gençken bu 'gerçek' ve 'doğru' koordinatlarına nasıl ihtiyaç duyduğunu da hesaba katalım.

cia, raporlarını lütfedip bizimle paylaşana kadar dünyadaki bin türlü karışıklığa nasıl isimler verdiğimizi, mesela iran devrimi öncesindeki 48 saatte olup bitenleri, aynı insanların 24 saat arayla aynı meydanlarda tam tersi durumlar için toplanmalarını o günlerde haber bültenlerinin ve gazetelerin nasıl anlattıklarını.. şimdi 11 eylül'e ilişkin, abd'nin bizzat düzenlediğine ilişkin teoriler atılıyorsa ortaya, kendilerini, istedikleri kadar ortaya koymaları sayesinde. ancak, ne kadarını paylaştıklarını kim bilebilir?
***
bütün cumhuriyet kuşağı mensupları gibi babam da gazete ve radyo haberlerini çok önemser. akşam saat yedi ajansını kaçırmama hâlini hatırlıyorum, çocuk çocuk ben bile heyecanlanıyodum, ne varsa artık.. bu öyle berbat bir alışkanlık ki, onca kanalda dakka başı haber verilirken babam hâlâ, 'ajansı dinlemem lâzım' deyip kanal değiştirtiyor, gecenin bir yarısı günlük gazete almak üzere yollara düşüyor. ama sanırım o bile artık bu haberlerin mutlak doğrular olmadığını çoktan anladı, bundan pek hoşlanmasa da.. bu durumlarda içimden bir şarkı geçiyor: 'kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar!'
***
bildikçe, baktıkça sorular artar, cevaplar azalır. tutuculuk, cevaba bağlanıp soru sormaktan vazgeçmektir. rahatlatıcı bir yol olsa da, sorular insanı rahat bırakmıyorsa, o yolda kalmak kolay olmaz. 'gerçeği öğrenmek istiyorum' diyenlere kötü bir haberimiz var! çağımız bilgi çağı deyince işler hallolmuyor, 'doğru' ve 'gerçek', büyük patlamadan beri değişmeden öylece duruyor. kendimizden başka yol gösterici de yok.
***
ama siz yine de bana bakmayın tabii ki, bunların doğru olduğu ne malûm?

----------------------------------------------------------------------------------------------
fotoğraf: nebra diski

8.9.06

günaydın jean..



günaydın hüzün filminde jean seberg'in ağlayarak yüzünü kremlediği bir sahne vardır. daha sonra benzerini çok gördüğümüz bu sahneyi hatırlayınca neden hâlâ boğazım düğümleniyor sorusunun cevabı bu kadının ta kendisinde gizli. ister hayatındaki dramatik detaylar, ister çoğu zaman doğuştan gelen bu hüzünlü, kırılgan, derinlikli yaradılış.. her ne ise... o, uzaktan tanıyıp yakından hissettiğimiz benzersizlerin arasında yer alır. bugün onun, benzer durumlarda olduğu gibi şaibeler barındıran ölümünün yıldönümü. o ise, bu söylentilerden azade, olanca şeffaflığıyla öylece duruyor. bir günaydın diyelim.

7.9.06

ayın aydınlık yüzü



dünya, ayın üzerinde bir gölge, bir ısırık şu anda. biraz da 'yandan çarklı bir şapka'.

gölgeyi görmek, oradan buraya bakmayı düşlemeye yarayabilir. romantizme ya da ne kadar uzakta olduğumuzu anlamaya, çok uzakta.. anlamak için kendinden uzaklaşma gerekliliğine göksel yardım.

bizden önce ve bizden sonra... dünyanın arada bir ayı tepesinden ısırıvereceğini bilmek bütün dünya hâllerinden daha iyi gelebilir insana. daha eğitici, sakinleştirici.

sabah seslerle uyanacak olsak da, ota boka takılıp hücrelerimize kadar o bildik hâllere batsak da, gecenin sessizliğinde her zamankine hiç benzemeyen şu güzelim aydınlık yuvarlağa bakabiliriz. hep birlikte ve teker teker.

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: fotoğraf bulmayı hiç ummuyordum. ekşi sözlük yazarı aviator sağolsun, çekmiş, kamuya açmış. yani umarım açmıştır..
edit: şu soldaki vikipedi logosuyla benzerliğe bakar mısınız... ben yeni gördüm de.. orda da belki ay dünyanın tepesini yiyodur, kimbilir..

30.8.06

okunduğu gibi yazılmaz



tv'deki yeni gözdelerimden fırtına, karadeniz gibi bir dizi aslında, fazla söze gerek yok. komik, dramatik, hayat dolu, sağlam. birbirine güzelce örülerek bağlanan hikâyelerin içinde, ettiği lafın nereye gideceğini bilen, gideceği yerde bir işe yaramasını uman gizlice. geleneği severek bağrına basan; yalansız dolansız, sahici bir toprak sevgisinin ne olduğunu hissettiren, karadenizin keyfini de, sıkıntılarını da harmanlayan bir güzel seyirlik.

yaz tv'sinin, gündüzleri rastladığım 60'lı yılların türk filmleriyle birlikte içimi açan 'fırtına'sı.

bir de her zaman ntv'de ve insan, bir de trt 2'de derin kökler... var yani magazinden başka seçenekler sadece tv'lerde bile. 'böyle haber mi olur' dediklerinizi seyretmek zorunda değilsiniz, gündem üç beş ana kanalın gündeminden ibaret değil, ne burada, ne dünyanın küreselleşti de küçüldü sanılan geniş mi geniş coğrafyalarında. neye bakmak istediğinize bağlı, hangi bilgiye ulaşmak istediğinize... nasıl tonlarda, hangi kelimelerle...
***
diyorum ki, şu fırtına bir de fırtına vadisi oyunlarına bir çelme takmaya yarasa mesela, olur a.. ballı kaymak olmaz mı? taa ne zaman bu işleri dert edinen o şair ceketli çocuğun saçları vadide daha mutlu dalgalanmaz mı? umut edemez miyiz bu dünya cennetinin baka baka, göre göre kararmamasını? 'cennet buralar cennet' diye o mis havayı içlerine çekip, lafı da 'şart şart, santral şart' diye bitirenlerin buraları bitirmesine engel olamaz mıyız? homini gırtlak bu dünyayı yiyip bitirmelerine, pufidi kandil görmezlikten gelip, tumba yatak yan gelip yatmalarına hayatın sunduğu hediyelerin üzerinde sere serpe..?

ha, olmaz mı?

23.8.06

sadece onur



o, 'lüzumsuz konuşmaya ne gerek var' diyen, içinin zenginliğini başka araçlarla duyuran bir çocuk. işiten kulaklara.

o, annesi yemek yaparken birazcık söylenince, 'sevgiyle yapmıyosun!' diyerek yemeyip aç yatan, lise yıllığında bir arkadaşına 'onu bozacak birini tanımıyorum' dedirtecek sağlamlıktaki onur.

o, arkadaşlarının 'sınıf artık eski sınıf olmayacak!' dediği, koşup gelen hocalarının, 'hakkında kötü tek laf söyleyecek birini bulamazsınız!' diye gözyaşı döktüğü, 'saygıyla espriyi bir arada yaşatabilen' yetenekli delikanlı: onur ünal..
***
nesli tükenmiş insanların yetiştirdiği, herkeste huzurlu bir iz bırakan sevgili onur, canım kardeşim. üniversite okumaya geldiğin, okulu bitirince ayrılmayı düşündüğün şehirde, basit mi basit bir nedenle hayatında ilk kez kaldığın bir otel odasında gidiverince bir anda buralardan, yerel gazeteler senin için 'kahreden kayıp' manşetleri attı.

ben, kimselere elletmediğin bilgisayarını açıp buzdağının görünmeyen kısmını görmeye çalıştım. okul ödevlerine baktım, en çok dinlediğin müzikleri dinledim, eski defterlerdeki karikatürlere bakıp, sınıfta yaptığınız doğaçlamaları seyredip güldüm. tatile gitmeden önce evde, salonda, odanda kendi kendine çektiğin onlarca fotoğrafa bakıp kafandan geçenleri hissetmeye çalıştım. sevgili annenle-babanla birlikte bilgisayara, senin şu kimsenin söylemeden geçemediği gülen gözlerine baktık.

kahrolduk, doğrudur.
***
cumartesi akşamı seyrettiğim bir haberin etkisiyle 'denizde kararti var'ı yazarken fazladan bir üzüntüyle ağlamaklı olup, 'kendin yazıp kendin duygulanıyosun!' diye söylendiğim saatlerde bulmuş babası onur'u. ben burada 'genç çocuklar sularda yitip gitmesin' derken, o, hazırlayıp giremediği su dolu bir küvetin yanıbaşında çoktan terketmiş buraları. 'cesetlerinin yakışıklı filan olması gerekmiyor!' diye yazıp ağlarken o orada bütün yakışıklılığıyla duruyormuş boylu boyunca. 'onları bırakmayın gitmesinler!' gecikmiş bir feryatmış. hayatın boktan cilvelerinin garip rastlantıları...
***
bu yazı da, ablasının onur'a yaktığı ağıt olsun. bildiği tek yöntemle ama bu kez kendi yazdıklarına ağlamaktan utanmadan...

-----------------------------------------------------------------------------------------------

eskişehir sakarya gazetesi
onur'un çok az kullanabildiği sayfası

19.8.06

denizde kararti var


yıllar önce.

otobüs dolusu insan, karpuz kabuğunun denize düşmesini kutlamak üzere karadeniz'e 'çimmeye' gittik. hava o kadar da sıcak değil, maksat deniz kenarı pikniği.. güle oynaya, boş bir koy bulduk, bize özel. yemekler yendi, herkes bir tarafa yayıldı, rehavet zamanı.. önce kadınlardan birinin açığa gidenleri çağıran kızgın sesini duydum. sabahtan beri konuşuluyor, 'buralar tehlikeli, açığa gitmeyin' diye. akıllı uslu kaç yaşında eşşek kadar insanlarız, kimsenin bunu hafife alacağını düşünmemişim. herkes toplanmaya başladı dağıldığı yerlerden. kızgınlık yerini endişeye bırakmaya başladı hızla. yüzme bilen iki koskoca adam aynı yerde debeleniyor, bir türlü mesafe kaydedip kıyıya yaklaşamıyor! iyi yüzenlerden biri, açıktakilerin -ki aslında hiç de o kadar açıkta değiller- yanına yüzüyor..
ve kıyıya dönemeyenlerin sayısı üç oluyor..

teker teker birşey yapamayacağımızı farkediyoruz. kıyıdan açığa bir insan zinciri yapıp hiç kimseyi tehlikeye atmadan onlara ulaşmayı planlıyoruz. yüzme bilenlerle istediğimiz uzunluğu elde edemeyip havluları, örtüleri, çardak sopalarını devreye sokuyoruz. herkes zincirin, denizle başedebileceğini düşündüğü bir noktasında yerini alıyor. ortalarda bir yerde, boyumu geçmeyen denizde ayakta kalmakta, zinciri koparmamakta nasıl zorlandığımı, her gelen dalgayla nasıl devrilip toparlandığımı hatırlıyorum.

ama zincir tamamlanamıyor bir türlü. son halka eksik ve biz onca uğraşın sonunda sadece birkaç metre uzağımızdaki arkadaşlarımızın gözlerindeki yorgunluğu ve çaresizliği göre göre, uzanamıyoruz bir türlü. son gayretle yüzen biri 'doksanıncı dakkada sahaya çıkıp' halkayı tamamlıyor. kıyıya çekiyoruz hepsini.

bir saat önce herbiri bir köşeye dağılmış onca insan, önce sessizce, sonra gevşeyip sohbet ederek birarada oturuyoruz. felaketin birleştirdiği insan... neredeyse boğulmakta olanların itiraflarıyla da çıkan sonuç şu: 'hırçın' karadeniz'e ilişkin bunca söz boşa edilmiyor, ama herkes nedense kendi tecrübesini yaşamak istiyor: bana birşey olmaz!

eğer kalabalık olmasaydık, eğer sakin, akıllıca ve hep birlikte davranmasaydık o gün iki genç adamı denize bırakmamız işten bile değildi. ama çoğu zaman bütün bu şartlar bir araya gelmiyor elbette ve karadeniz'de çoğunlukla bana bir şey olmazcı genç çocuklar yitip gidiyor. istanbul'un varoşlarından gelenler buralarda, fındık-çay toplama mevsiminde ailecek karadeniz sahillerine giden doğulu, güneydoğulu çocuklar oralarda... karadeniz bunu bilmeden kendi meşrebince dalgalanıyor, masum.
***
bölge insanı, karadenizle başa çıkmanın tek yolunun dilini anlamak olduğunu iyi bilir. yüz metrede değişiveren kıyının nasıl sürprizler yapabileceğini, başka denizlerde hiçbir şey olan mesafelerin karadeniz'de bir türlü aşılamayabileceğini, burada yüzme bilmenin değil aklın daha çok işe yaradığını bilir ve denizle rekabete girmez, dost olur.

yerel bilgiye kulak vermek lazım. derler ki, tsunami öncesinde deniz çekilirken turistler 'ne kadar ilginç' diye fotoğraf çekmeye kumlara koşarken, yerliler atalarının sözlerini hatırlayıp dağlara yönelmiş: 'eğer deniz çekiliyorsa büyük dalgalarla geri gelecek demektir.'
***
yarın pazar. yarın yine cümbür cemaat istanbullu deniz kenarlarına koşacak. marmara'ya, karadeniz'e, adalar'a.. karadenize gidenlerden kötü haberler gelecek korkarım yine. yanınızda yörenizde, o cevval, herşeyi yapabilirim sanan çocuklardan varsa, öğüt verme sevimsizliği pahasına engel olun. cesetlerinin yakışıklı filan olması gerekmiyor!

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: dün ordu-fatsa'da birlikte açıldığı 15 yaşındaki kardeşini denizde kaybeden delikanlı için bu yazı. her benzer olayda hatırladığım bu anının ona ya da başka birilerine faydası olacağını sanmak isterdim.

17.8.06

divân



dün gece müslüm gürses & duman konserindeydim. açıkhava tiyatrosu dolusu insan oradaydık. daha ilk anda ayaklanan kalabalık, en soğuk durmayı tercih edeni bile yerinden hoplatacak enerjideydi, ki ben ikili konseri duyduğumdan beri yerimde duramıyordum laf aramızda. beklentiyle gitmeyi sevmem bir yere ama bekliyor ve istiyor ve biliyordum: şahane olacak. öyle de oldu.

bu ikilinin biraraya gelişini kendince anlamlandırmaya çalışan bir radyo dj'yi ezbere laflar ediyordu gün içinde: "rock müzikle arabesk benzer birbirine." oysa bu iki ismi biraraya getiren, müziklerinin türünden çok bir ruh kardeşliğiydi, akşam tanık olduk bir kez daha. onları ayrı ayrı da olsa sevenler bunu iyi bilir: alçakgönüllü bir kendine güven, ezilip büzülmeden saygılı olabilme hali, yaptığı işi çok severek yapma, müziği bir ruh hali olarak yaşama ve yaşatma ve, -tamam bunu hep söylüyorum, biliyorum- tamamen kendi olma durumu.

duman için hep söylenir, onları konserde görmek gerek diye. daha önce seyrettiğim için biliyorum bunun ne anlama geldiğini. bu vesileyle müslüm baba 'nın da tv'de nasıl biraz komik bir figüre dönüştürülmeye çalışıldığını, benzersiz bir yorumcu olmasının yanında nasıl sağlam bir duruşu olduğunu gördük, o kendine özgü mizahının tadını da aldık: seyirciye soruyor: "nasılsınız, iyisiniz inşallah? iyi, iyi, bir de sizi düşünmeyelim!" eşlik edilen şarkıdan sonra da, "en az benim kadar iyi söylediniz. benim kadar iyi söylemediniz ama..."

konserden döndüğümde neredeyse elli altı sayfa yazacak durumdaydım. ama, 'görmek gerek, yaşamak gerek' deyip kesicem. haklarında çok yazılan, çok söylenen bu müzisyenlere, bu adamlara iyi bakmak gerekiyor, sarıp sarmalamak. keşke diyorum, onlar da dikkat etseler, iyi baksalar kendilerine. ruhlarına olduğu kadar bedenlerine de. gözaltlarının morluklarıyla, öksürüklerle yüreğimizi sıkıştırmasalar. bu ağır hâlleri kaldırmanın başka türlü pek mümkün olamadığını bile bile diyorum işte.

bir de konserlere gidemeyenlere duman havası estirmek üzere şunu izletelim. müslüm baba'dan bulamadık, kusura bakmayın. cd'lere, kasetlere kuvvet. son albüm için yok 'hepsi birbirine benziyor', yok 'eskisi gibi değil' diyenlere de hiç kulak asmayın. adam söylüyor işte, ötesi yok.

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: tam da aklımdan 'doğu-batı divânı'nın doğu neresinde? soruları geçiyordu, filistinli-israilli gençlerin çaldığı klasik müzik konseriyle ilgili olarak. bu biraraya gelişe lafım yok. sadece müzikten bahsediyorum ve eğer yapılan müzikse bunun da hiç azımsanacak bir soru olmadığını düşünüyorum. dün akşamsa, ayrı ayrı ve birlikte, kendiliğinden ve kaynaşmış bir divân. yönü adlandırmadan, birinden birine atfetmeden geniş mi geniş bir müzikal dünya..

16.8.06

abd'ye özgürlük!



eşeğini kaybedip kaybedip, perişan halde, kimi zaman öleyazmış buluyor insanlık.

havai fişeklerini, şimdilik durmuş görünen bombalarla dün ve bugün ölmeyen, yarın da ölmeyecek olanların hatırına seyredelim. ama duman azalıp gürültü dindiğinde, ışıklar azaldığında...

bu, bir insanlık anlayışı sorunu. bu, iktidarın kullanımına ilişkin düşünmemiz ve -hiç hafife almayın- kapımızın önünü süpürmemiz gerektiğine ilişkin milyonuncu ders. 'sapla samanın çok yakın olduğunu' hatırlamanın gerekliliği.
***
'maymunlar cehennemi' filminin son sahnesi günlerce aklımdan çıkmayıp beni kâbuslara boğmuştu. (1968 yapımı ilk filmden sözediyorum elbette. sonrasındaki tüm çevrimler, aslının taklidi bile olamamış silik kopyalardır eninde sonunda.) çocukken herşeyden çok etkilenir insan, ama bu sahne de sinemanın gelmiş geçmiş en etkileyici anlarından biridir, o da ayrı. konuyu bilirsiniz, maymunların yönetimindeki dünyaya dönen uzayaracı ekibinin, ne olup bittiğini anlama çabası... gezegenin sırrını çözmek isteyerek yasak bölgeye giren ekip, toprağa yarıbeline kadar batmış özgürlük heykeli ile karşılaşır: 'ah insanlık, bunu da yaptın mı sonunda!'
***
dünya bunca etnik kavganın içinde komşusunu boğazlarken, onca milletin nasıl bir zamkla birbirine yapıştırıldığını anlamaya çalışıyorum. onlar, duvarlarda yalnızca amerika kıtasının göründüğü haritaların asılı olduğu ülkenin çocukları. biz, duvarın arkasındaki diğerleri. diğerlerinden bîhaber milyonlar, heykelin ve kulelerin gölgesinde en büyük problemine, obezliğe çare düşünüyor.
oysa, sindirebileceğinden fazlasını yemek sağlığa zararlıdır. nokta.

"dünyanın rahat etmesi için önce abd'lilerin özgürleşmesi gerekiyor."
***
ortadoğu kendini bildi bileli yanarken, kulelerin nasıl göz açıp kapayıncaya kadar terör sembolü yapıldığını gördük. o renkli kartları alıp, ayakkabılarını çıkartıp, mahrem bildiği herşeyi bakılabilmesi için 'security'ye teslim ederek uçağa binerken, heykeli görmeyi umuyor herkes. özgürlüğün heykeli! internette 'özgürlükler ülkesinde yaşamaya hak kazandınız, hemen tıklayın!' bağırtıları çakıyor boyna, kafamıza, kafamıza.. usanmadan tıklıyoruz. yeşil kartımız olsun, çocuğumuz orada doğsun, insan yerine konsun. özgürlükten payımızı alalım kısaca.. sonra gidip 'savaşa karşı' listeleri de tıklıyoruz. bu ikisi birarada nasıl oluyor, elpençe divan durduğumuz, kucağına alsın diye binbir takla attığımız babanın yaptıklarına karşı çıkmak nasıl mümkün olacak, anlayamıyoruz.

özgürlüğün tanımını bir daha yapsak, hazır tanımların peşinden gitmeyip 'kendi', -bir daha söylemeli- 'kendi' özgürlüğünün ne demek olduğunu takkeyi önümüze koyup düşünsek.

özgürleşsek, gerçekten...

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: fotoğraftaki, bir apaçi yerlisi olan sacheen küçüktüy. şu herkesin hayalini kurduğu ödülü almayıp bunu kızılderililere destek ve ırkçılığa karşı söz söyleyebilmek için fırsat bilen marlon brando'nun yerine törene giden genç kadın.

7.8.06

doğu'nun çocukları



pagan'ın dediği gibi, donuk bakışlı kadın 'hiç utanmadan, hiç utanmadan ve hiç utanmadan piyano çalıyor!'

çaldığının 'başka tanrının çocukları' için bir prelüd olmadığını biliyoruz.

herkes olan biteni farkederken, birşey yapamazken, ya da yaptığının işe yaramadığını düşünürken, sorular hep, 'diyoruz, diyoruz, ee!' diye kendi içinde boğulup kalıyor. bm'nin hiç mi hiç duymadığı sıkıntıyı çocuklar, gençler üstleniyor: 'neden hiçbir şey yapamıyoruz?'

dostlar alışverişte görsün diye yapılan roma toplantısının sonunda patronun iki yanında, aman yanlış bir şey söylemeyelim sıkıntısıyla duran iki italyan politikacının 'kelimelerle' ne dediğini, haber kanalı italyanca çeviri yapmak ihtiyacını hissetmediği için işitmiyoruz. ortadakinin anlayışı, dilini de arkasına alıp hepimizi boğuyor.

orta amerika steplerinde bir zamanlarki kızılderili varlığı artık sadece bir tarihi kayıt, bir belgesel cümlesi. kan, tarihin dehlizlerinde çok çabuk kuruyor.

"mağaradan çok erken çıktık.!"

taa başına dönüp tertemiz başlamak gerek.

----------------------------------------------------------------------------------------------
not: 'dar zamanda taraf olmak' ve nuray mert'in hemen hemen bütün yazıları..

6.8.06

uçamasınlar!



magazini yalnızca ünlülerin baş belası bir konu ve biraz da pespaye bir durum sayıp küçümseyenleri, uçarak haber topladığını söyleyen bir programa götürmek istiyorum. konular ve yorumlardan üç örnek:

1.) tanga giymiş kadın kendi bedeniyle ilgili biraz da muzırca konuşuyor: "hiçbir kadın arkasında o beyaz izi istemez!":
"üç çocuklu bir kadın böyle giyinemez. bu laf kara bir lekedir."


2.) çocuklu genç kadının denizde sevgilisiyle görüntüleri:
"eski kocası ne diyecek? bu kadının çocuğunu bırakıp orada ne işi var?"


3.) sevgilisiyle ayrı evlerde yaşamak istediğini söyleyen şarkıcıya, cinsel tercihine ilişkin imaları da eksik etmeden:
"senin kutsal evlilik kurumuna ilişkin bunları söylemeye ne hakkın var.."

tehlikeli sular bunlar.

çocuklarını, eski/yeni eşlerini, ailelerini, arkadaşlarını, seyircilerini/dinleyicilerini sözü geçenlere karşı kışkırtmak için dişlerini, tırnaklarını bileyleyip konuşurken bu adamlar, ahlak bekçiliğine soyunup destursuz dalarken bütün hayatlara, sadece onların değil herkesin hayatına dalarken, bu pervasızca saldırı sadece bir magazin saçmalığı olarak kalmıyor işte. çocuklar bu adamları dinliyor, kadınlar yanlış yaptıklarını düşünüyor vicdan azaplarıyla başbaşa, birileri güç topluyor böyle böyle. "biz burada konuşmaya başladık, kimse artık öyle rahat rahat tangaları giyip dolaşamayacak bundan sonra!" diyor adam.

bunlar ve diğerleri, asıl kendileri rengi belirsiz lekeler olan bu izansız adamlar/kadınlar hiç de o kadar 'bırakın konuşsunlar' hafifliğinde değil çoktandır. eli yükselttikçe yükseltiyor, toplum mühendisliğine soyunuyor, boyna kurcalıyorlar inceden inceden. programında başını açtırttığı kadının öldürülmesi birisinin sadece tatil yapıp büyük kanallardan birine dönmesiyle ödüllendirildi. en eski vukuatlarından biri, çocukça 'çişim geldi' diyen şarkıcıyı neredeyse linç ettirip memleketten kaçırmak olan ve kaptan olduğunu iddia eden bir diğeri epeydir söz ötesi.. ama ne hikmetse yılmaz güney'in bir dakikalık görüntüsünü yayınlayacak diye neredeyse börekler açıp koşuyor millet programına, abi abi diyerek..

omurgasızlık.. ah en fenası...

boyna türk insanının ahlakı, kutsal kurumları, kadını, şuyu buyu diyen, ensest rakamlarını, çocuk tacizlerini de örfü adeti koruma bahanesiyle hasır altı edenlere bir de müjde verelim: internet arama motorlarında çocuk pornosu arayanlar listesinde türkiye dünya ikincisi!

büyük kutsal ailemize hayırlı uğurlu olsun.

-------------------------------------------------------------------------------------------
not: fotoğraf, hindistan’ın madhya pradesh eyaletindeki khajuraho tapınağından.

5.8.06

sözün sahibi olmak



okulda, sıkıldığımız derslerde birbirimize bişeyler yazıp dururduk. hafızada kalan şiirler, cümleler, düşünceler... bir gün arkadaşım, yazdığım bir cümlenin benim olup olmadığını sordu. 'bilmiyorum', dedim. gerçekten de bilmiyordum. benimsemiştim, benim kılmış, söylemiştim. ona, "evet dediğimiz her söz bizimdir" diye yazmışım. şimdi o kağıtlara baktığımda, kendimizi ifade etmek için debelendiğimiz çağlarda bütün o kelimelerin nasıl birbirine karışıp yelken olduğunu, bizi bazen kıyıya, bazen açıklara götürdüğünü daha iyi görüyorum.

yıllar, insana sözün de aslında o kadar değerli birşey olmadığını anlatıyor. 'olmanın', sözden geçebildiğini kimi zaman, ama onu da geçmesi gerektiğini.. bu sesler bu ağızlardan çıkmaya başladığından beri kaç milyon yıl geçtiğini hatırlayıp, hiçbirinin bizim olmadığını bilmek ürkütücü gibi, ama daha çok rahatlatıcı.

hiçbiri benim değil, hepsi benim...

hafızası güçlü biri olarak hemen her sözün kaynağını hatırlamaktan yorgunum. ister bir kitaptan, eski bir arkadaştan, ister bir magazin kişisinden duyayım, hele de önemsediysem unutmam mümkün değil. konuşurken içsesim dipnot yapar, çok yorucudur. yazarken ayrı zorluk. ille de bir lafı ilk duyduğunuz kişinin adını zikretmek gerekmiyor, yazıyı dağıtıyor kimi zaman, gereksiz oluyor, şu bu.. bu yüzden çokça tırnak işareti kullanıyorum, kendimi rahatlatmak için, hatırlamayı yeterli bularak..

ama yine de, aslında sözün ilk sahibi kim, kim bilir? söz, alıp başın üstüne konursa ve hayatın bir parçası olursa sözdür, senindir.

esoterik konularla ilgilenenlerin bu en dünyevî meseleye (mülkiyete) kafalarını takmaları da ayrı konu. ilhan irem, inzivasından sanırım bir kez 'ışık ve sevgiyle' sözünün kendisine ait olduğunu ve kullanılamayacağını söylemek için çıkmıştı. lafları, meselleri, teorileri bayrak edinenler, dillerinden hiç düşürmeyenler, söze dökmeden sessizce yaşayanların yanında şişkin egolarıyla sırıtıyorlar.
***
merhaba deyip bu yazılardan haberdar etmek istediğim bir eski arkadaş, yazılarımdaki bir cümleyi ondan duyduğumu ve izin almam gerektiğini yazmış gülleleştirmek için uğraştığı kelimelerle. geçenlerde, 'onları tedirgin etme pahasına eski arkadaşlarınızı arayın, aklınıza düştükçe!' diye yazmıştı bir gazeteci. bunu kimi zaman bedelini ödeyerek yapan benden bir ekleme: onların, tedirginliklerini demir bir gülle yapıp kafanıza fırlatmalarına izin vermeyin. öyle de olsa, yaptığınızın yanında, arkasında durun, pişman olmayın.

bu yazı pişman olmamak için yazıldı.

------------------------------------------------------------------------------------
not: bu konu doğal olarak telif, açık kaynak benzeri başlıklara doğru açılıyor. sonraki yazı vikipedi üzerine olacak: 'maddenin sahibi olmak'.

4.8.06

ben evimi özledim
ama evim neresi bilmiyorum..

2.8.06

adı: duygu



özgürsünüz.
gücünüzü bilin.

23.7.06

dünya'nın guernica'sı



"israil'le filistin arasındaki çatışmanın son faslı, israil güçlerinin gazze'den bir doktorla kardeşini, yani iki sivili kaçırmasıyla başladı. bu olay türkiye hariç hiçbir ülkenin basınında fazla yer bulmadı. ertesi gün filistinliler israilli bir askeri rehin alarak israillilerin esir tuttuğu insanlarla bir takasın müzakere edilmesini önerdi; zira israil cezaevlerinde yaklaşık 10 bin esir var."
* * * *
"bu 'adam kaçırma' olayı çok büyük bir zorbalıkmış gibi tepkiyle karşılanırken, 'israil savunma (!) güçleri'nce batı şeria'nın yasadışı askeri işgali ve su başta olmak üzere tüm doğal kaynaklarına sistematik olarak el konulması hayatın hazin de olsa doğal bir gerçeğiymiş gibi kabul gördü. bu, filistinlilerin kendilerine uluslararası anlaşmalarca tahsis edilmiş topraklarda yaşadığı eziyetin üzerine bir de batı'nın 70 yıldır döne döne uyguladığı çifte standartların tipik bir örneği."
* * * *
"bugün zorbalık, zorbalık doğuruyor; derme çatma füzeler karmaşık füzelere cevap veriyor. karmaşık füzeler, mahrumiyet içindeki yoksul kalabalıkları bir zamanlar adalet dediğimiz erdemi beklerken vuruyor. her iki füze tipi de vücutları paramparça ediyor; bunu emri veren komutanlardan başka kim aklından atabilir ki?"
* * * *
"her provokasyona ve karşı provokasyona karşı çıkılır, nasihatler verilir. ancak bu seferkinin ardından gelen gerekçe, suçlama ve yeminlerin tümü, aslında dünyanın dikkatini siyasi hedefi filistin milletini tasfiye etmekten başka hiçbir şey olmayan uzun süreli bir askeri, ekonomik ve coğrafi uygulamadan uzaklaştırma amacına hizmet ediyor."
* * * *
"bunun yüksek sesle ve açıkça söylenmesi gerekiyor, zira ara ara açık edilse de genelde gizli yürütülen bu uygulama, bugünlerde büyük hızla ilerliyor. bizce olayın adını olduğu gibi söylemeli, buna kesintisiz ve ebediyen direnmeliyiz."

* * * *
"not: 'arna'nın çocukları' adlı belgeselin yönetmeni juliano mer khamis'in sorduğu gibi, 'lübnan'ın guernica'sını kim resmedecek?'"


john berger, noam chomsky, harold pinter, jose saramago

------------------------------------------------------------------------------------
not: günlerdir havadan sudan, ordan burdan yazdıklarımı buraya koymaya bir türlü elim gitmiyor. günlük hayat akıp gidiyor, biz savaşsız günlere uyanıyoruz. ama gemiler mersin'e yanaşırken şöyle bir esip geçiyor düşünceler, sert, soğuk. yıllarca uğraşıp ayağa kaldırılan şehir yerle bir. günler kendi hafifliğinde-ağırlığında aksa da, bütün gün bunu düşünmesek de, tv'de görmedikçe komşudan duman yükselmiyormuş gibi gelse de..

hep aynı yerden aynı şeyleri söylüyormuş gibi hissetmemize neden olanlar, bunu hep yapıyor olmanın sıkıntısını duymuyorlar. gözümüzün içine baka baka ve döne döne uygulanan çifte standarda karşı döne döne ve açıkça ve yüksek sesle söylemek gerekiyor. tekrarlamak, unutturmamak.

11.7.06

zinedine'in kafası



'biz şimdi çocuklarımıza ne diyeceğiz zidane?'
(bir fransız gazetesinden)

çocuklarınıza ırkçılığın şaka kaldırır bir yanı olmadığını öğreteceksiniz. onlara adalet olmadan barışın olamayacağını söyleyeceksiniz. her zaman akıllı, uslu, anlayışlı olmanın hiç de bir halta yaramayabileceğini, birileri her an her yerde kafa atarken susanların kafasının bir gün bombaya dönüşüp olmadık yerde patlayabileceğini hatırlatacaksınız. her gün kuralları ihlal ederek yaşayanlarla, kırk yılın başı kırmızı ışıkta geçenlerin başına gelenleri yalansız dolansız karşılaştıracaksınız. bütün silahları her daim ellerinde dolaşanların asıl güçlerini, diğerlerinin bunu yapmayacağı bilgisinden aldığını dürüstçe itiraf edeceksiniz.

boş boş 'şiddete hayır' diye dolanacağınıza, 'nasıl oluyor da oluyor?' diye kafa yoracaksınız. ırkçı politikacılarınız sanki o ülkenin vatandaşı değilmiş gibi davranmayı bırakacaksınız. south park'ın gençleri gibi, zenciyi (cezayirliyi, koreliyi..) farketmeyen çocuklar yetiştireceksiniz.
***
bir kez yaşanacak şu hayatta, bir başkasının, 34 yaşındaki bir adamın hayatı için herkes ne kadar kolay kullanıyor bu kelimeyi: son...

zidane bugünlerde gitsin yamaç paraşütü yapsın istiyorum. bulutların arasından 'trajik son' diye atılan manşetlere yukardan baksın. son mu?..
***
birilerinin arada bir göğüslerinin tam ortasına bir kafa yemeye ihtiyaçları olabilir, pervasızca oraya buraya höykürürken. o kafayı atan ve bunu bu kadar herşeyi yakarak yapan adam bunu çocuklarına da açıklayabilir eminim. zafere, başarıya ulaşmak için herşey mübahtır diyenlerden daha kolay.

7.7.06

'metnin hazzı'



okuma
"geçmişin yapıtlarını uykudan uyandırmak için, bu yapıtları yazıldıkları dönemin okuma biçimlerine yeniden yerleştirmek kadar şaşırtıcı başka bir şey yoktur. sophokles 'in, bir cep kitabı formatında elimize ulaşan trajedisini gözlerimizle takip ederek, sıkıcı bulduğumuz bölümleri atlayarak hızlı bir şekilde okuduğumuzda, bu metin artık bütünüyle soyut bir metne dönüşür, tüketilmesi sürecinde bedenimizle hiçbir bağlantı kurmaz.
IV. yüzyıla kadar (aziz augustinus dönemi) durum tamamen farklıydı: eskilerin sadece yüksek sesle okuyor oldukları düşünülüyor, ya da en azından kısık bir sesle, fısıltı gibi; ama her zaman için -önemli olan da buydu zaten- metni telaffuz ediyorlardı: böylece metin kaçınılmaz bir şekilde yutaktan geçmek zorunda kalıyordu, gırtlaktaki kaslardan, dişlerden, dilden geçiyordu, kısacası bedenin kaslardan, kandan, sinirlerden oluşan dokusuyla birleşiyordu.

sorunu biraz daha geriye doğru götürelim: eskiler nasıl yazıyorlardı? euripides 'i, trajedilerini yazarken görebiliyor musunuz? hiç şüphesiz aristophanes, onun bu etkinliğine gerçeklikten uzak duruşlar katmıştır, ama yazı o dönemde bugünkü kadar tekbenci değildi: yaşlı plinius 'un bir okuyucusu (yunanlı) ve bir de yazıcısı (latin) vardı. etrafı bu iki eklentiyle çevrili olarak (bunların birer protez olduğu da söylenebilir), bir yandan yemek yerken bir yandan da okuyup yazıyordu: içselliğini, kutsallığını bu kadar kaybetmiş başka bir şey olamaz. aynısı cicero için de geçerliydi: çok hızlı yazardı (elinde tuttuğu tabletleri kullanırdı yazı için), ve yazıcı da kitabı kopyalardı: metin, yazıldığı andan itibaren apaçık bir dışsallığa adanıyordu, şöyle söylemek geliyor içimizden: iffetsiz bir dışsallık. çünkü bizim bugünkü yazımız, yalnız başına üretildiği için, bir tür içsellik taşıyor, bir tür gizlilik, sapkınlık ya da duruma göre evle kurulan bir bağlantı. bence, bir kişiyi yazı yazarken izlemek kadar ölçüsüz bir davranış yoktur: bunun da ötesi, bu kişiyi dudaklarını hafifçe kıpırdatarak kitap okurken izlemek olurdu. sade, bu sahneyi kaçırmıştır (ona göre fazla yumuşak bir sahne): alçak sesle kitap okuyan bir kişinin dudaklarında telaffuz edilmekte olan metni yakalamak, sergilemek. geçmişin bu erotizminin bugün yaşaması olanaksızdır: okuma ve yazma artık gizlenen etkinliklerdir."

roland barthes
yazı üzerine çeşitlemeler/metnin hazzı - YKY
türkçesi: şule demirkol

30.6.06

yemezler..



hâlâ görmeyen varsa diye..

aslında kendim için yapıyorum bunu. ciddiyetini hiç bozmayan hayalperest hako'nun zıplamasını ve haykırmasını görmek içimi ferahlatıyor. dönüp dönüp bakmalı.

demek ki neymiş, artık yemiyorlarmış...

şarkının yaratıcıları olan deli grubuna, klibi yapan büyük yetenek hako'ya ve gelmiş geçmiş bütün ösyemelilere selâmlar, hürmetler.
***
bir de sokarım politikana vardır, hazır konuya girmişken. böyle lafları kadınların ağzına hiç mi hiç yakıştıramayanlar tarafından görmezden gelinip yok sayılan, yasaklanan bu şarkıyı ve 'hüp'ten ibaret sanılan nazan öncel'in esaslı şarkılarını unutmamalı. bir de şunu: "hangisinden rahatsız oldular acaba, 'sokarım'dan mı, 'politikana'dan mı?!"

22.6.06

önce söz vardı



blog aleminde birinci yılımı doldurduğum şu günlerde kafam çıfıt çarşısı misali, -ki ben çok severim hem kelimeyi, hem çarşıları, pek memnunum halimden, şikâyet etmiyorum.

yetişemiyorum, yazıyorum, yazamıyorum, koşuyorum, yoruluyorum. teknoloji marifeti olarak tek isteğimi, düşüncenin doğrudan yazıya dönüşmesi meselesini halledilmesi üzre ortaya fırlatıyorum. gençler bi de bununla ilgilenseler diyorum.

yaz yaz nereye kadar, diyorum. kendimi ciddiye almıyorum, onu bırakıp başka şey yazıyorum. vikipedi canavarı olma yolunda ilerliyorum. her kelimeden kuşkulanmaya başlayıp durup durup sözlüklere bakıyorum, her bilgiyi doğrulatmaya çalışıyorum.

amaan, doğru ne ki, gerçek nerede.. gidip çay koyuyorum kendime.

herkes kendi biyografisini yazsın kampanyası açayım diyorum, nesnel olmaz diyolar. başkası nasıl nesnel olacak benim bile yazdıkça farkettiğim hayatımla ilgili, bilemiyorum. herkes kendini nasıl önemsiyor, söylediği sözün şehvetine kapılıyor, herşey nasıl fazla, hızlı ve karmaşık akıyor.

"karmaşık düşünmek önemli değildir, önemli olan doğru düşünmek."

ansiklopediye yazılabilecek kişiler, tarafsız bakış, öfke, inat.. meselâ kösem sultanın hayatının o kadar laftan arta kalan nesnel durumu nedir, merak ediyorum.

hitlerle, sayılarla, istatistikle, velhasıl skorla bu kadar kafa yorulmasına kafa yormaktan vazgeçmek istiyorum. birkaç yüz yazı sonra vazgeçerim herhal diyorum. bu yüzden yüzüncü yazımı kutlamak için ne yapacağımı düşünmek zorunda olmadığımı farkedip seviniyorum.

sınavda en az puanı almak için yarışanlara, en kötü karneye bisiklet verenlere zakkum çiçeklerinden bir buket yolluyorum. bence de hodri meydan..

onlar öyle ciddiyet vehmetmeseler de benim gözümde/gönlümde bu hit meselesiyle dalgasını geçen 1 milyon sitesinin kankalarını ve özellikle de yanar döner sayaçlarını pek beğendiğimi, yan tarafı kalabalıklaştırmakta pek istekli olmasam da link veresim geldiğini;
1 milyonuncu hitlerinde de onlara zerzevattan bir bisiklet yollayacağımı söyleyeyim diyorum.

size de bugünlerdeki hal-i pür melalimi anlatması için ilk sözün ilk görüntüsünü gönderiyorum. huzur ve gürültü!

gözlerinizden öperim.

8.6.06

sağlam deniz kabukları



biraz aşağıda konuşlanan, benim kendimce araf diye başlık attığım şarkı sözleri, bu sayfaların -yine kendince- ziyaretçi akınına uğramalarına neden oldu. anlam veremediğim biçimde arama motorlarının ilk sırasında yer aldık, hadi hayırlısı..

yani bunca zamandır bunca yazı, fikir, şu bu; boş anlayacağınız.. arada bir, tamamen işin kolayına kaçarak, hislerime kısmen tercüman olması için buraya yapıştırıverdiğim 'başkalarının sözleri'nden biri; -ki bir diğeri olan duman şarkısı da hâlâ hit alıyor ayıptır söylemesi-, bi sürü insanın buraya uğramasını sağlıyor. hit'lerle, gelip giden sayısıyla işim olmadığını söylemiştim. yine söylüyorum. gelenlerden 'kalan sağlar bizimdir' diye devam ediyorum. arada yine şarkı sözü attırıverirsem, bilin ki okuyucu çekmek için değil, tıkandığım anda can simidi olduklarındandır.

herhalde bu ilgiye mazhar olan epeyce şarkı vardır, ama nedense sözlerin payının çok ve de önemsenmeye değer olduğunu düşündüm. büyük şehirde, daha çok da istanbul'da yaşayanlara tanıdık gelen, ‘gitmek istemek’, ‘şehirden yorulmak’ temaları, 'hadi gelin köyümüze geri dönelim'in modern çeşitlemesi bir virüs gibi bünyeleri iyiden iyiye sarmış durumda. virüs dememe bakmayın, her daim gitmek isteyen biriyim ben. ama, lafı çok edilenin uygulama şansının kalmadığını düşünürüm. konuşa konuşa laçkalaşan, sanki gidilmiş gibi, yapılmış gibi eylemin yerini tutan arzu. hatta çoğu zaman arzu bile olmayan, sadece mızmız bir şikâyet olarak kalıveren, neredeyse modalaşmış bir söylem.

‘bir şeyler yapmak lâzım’ demenin, bir şey yapmanın yerine geçmesi.

araf’ın yorumlarında blog aracılığıyla selamlaştığım arkadaşım, bana bunların nasıl daha sert, daha damardan meseleler olduğunu hatırlattı bir yandan da, eski bir istanbul şiiriyle. sağolsun. tamam ben de şiirin, şarkının hasının nerede olduğunu unutmuyorum, ama önüme kolayca gelenin arkasından gidiveriyorum bazen.

bir kedinin hatıraları’na giderseniz, devin'in kedili, köpekli, çocuklu evine konuk olursunuz; nasıl donanımlı ve üretken bir kadın olduğuna bizzat şahidimdir. ama ben sözünü ettiğim şiiri buraya da alıcam. başka dönemlerin sözleri olarak yan yana dursunlar ve istanbul çeşitlemesi yapsınlar diye. devin, lütfi’nin anısına demiş, bence siz de onun anısına okuyun.

kirli yüzlü melekler

sayende sayeban olduk istanbul şehri
sayende sebil olduk aç kaldık sefil olduk
yıldızlar dem çekti güvercinler gibi başucumuzda
ve yaktı perişan eyledi sine-i sâd-pâremizi
saplanıp hançer misâli bir hilâl
sokaklar serseri biz serseri
yüksekkaldırım da bir cezayir şarkısını dile getirdi plâklar
cadde-i kebir: bütün ışıklarını yakmış bir gemidir
sinemalar neredeyse boşalacaklar
vay anam vay
sen ne dersin istanbul
sen garip bir şair olsan söyle ne halt edersin
kimin gücü yeterse kahretsin parasızlığı
sefalet akıyor gürül gürül sokaklardan
yol üstünde bir şehvet çarşısı tıklım tıklım
yol üstünde sevda pazarlığı aşk pazarlığı
kurtulamadık gitti bu denlü kepaze hayattan
hep böyle gecelerin koynunda yaşadık
geceler serseri biz serseri
karakoldaki aynada safran gibi kirli yüzümüz
gözlerimiz hasta gözleri ellerimiz hasta elleri
kırılmış kavala dönmüşüz
sen söyle serseriler kralı istanbul
sen söyle iki gözüm
hangi merhem çâredir şu bizim yaramıza
yel üfürdü su götürdü gençliğimizi
elimiz boşa geldi meydanlarda kaldık
meydanlar serseri biz serseri
sağımız sefalet solumuz ölüm
işte geldik gidiyoruz
kahrolasın
kahrolasın istanbul şehri

attila ilhan

----------------------------------------------------------------------------
not: ordan burdan fotoğraf bulup ekliyorum bu sayfalara, bazıları zamanla adresini kaybediyor, kayboluyor. arada rastlıyorum bazılarına, ama dönüp onları düzeltecek halim yok, bırakıyorum. ama bir tanesine takmış durumdayım. lütfi! için seçtiğim deniz kabukları üç seferdir gidiyor, ben de üşenmeden yenisini buluyorum. yine gitmiş! sağlam deniz kabukları olan bir yer istiyorum!

edit: dün sistemdeki problem nedeniyle bu yazı ortalarda kaldı. yani birileri okudu, yorum bile gönderdi. ama ben daha fotoğrafı yerleştirememiştim -ki 'çekip gitmek' konusuna yakışır-..
akşam buradaki bir araba lafa 'aksak' bir yerden özet geldi: "gidiyorum işte, gitmenin nesini anlatayım.". ayrıca 'kirli yüzlü melekler' lafı da geçti ki dizide, eh yani, bu kadar mı olur!

7.6.06

'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır'



...İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır''Vicdani Red Bir
İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır''Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır''Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır''Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır''Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red Bir İnsan Hakkıdır' 'Vicdani Red...

3.6.06

imkânsız ilişkiler



cumartesi yazıları başlayalı neredeyse bir yıl oluyor. başlarken, karşısında o kadar vakit geçirdiğim tv'nin ve özellikle dizilerin burada çok yer alacağını düşünmüştüm. tahmin ettiğim gibi olmadı, doğrudan tv üzerine çok az yazdım. ama şimdi, yazla birlikte mahkûmiyetten kurtulurken veda etmeli..

tv seyretmenin çağrışımları, yararları, zararları üzerine konuşacak değilim. n'apalım, en azından bu konuda, her koyun kendi bacağından asılır diye düşünüp irademi devreye sokmaya çalışıyorum. kimi zaman da koyveriyorum kendimi akıntıya. biraz da, asılacaksak yerli iple olsun (bu deyim böyle değil ama..) diye, yerli dizi seyrediyorum çoğunlukla. yavuzer çetinkaya, taa yıllar önce, amerikan filmi seyredeceğinize kötü de olsa yerli film seyredin, diye boşuna dememiş!

hırsız-polis dışında hiçbir diziyi baştan sona seyrettiğim yok, zaplaya zıplaya ortaya karışık... aliye'ye bile bakıyorum, hiç karizması kalmayıp, saygısızlığın doruklarında gezindiği halde. uzun hikâye, konusundan başlayarak hangi yaraları kaşıdığı belli. ama bir gazetecinin de dediği gibi, herkes kendi yaptığından sorumlu. meselâ hiç olmazsa yılların tiyatrocusu ayla algan, 'bi dakka ben bu işte yokum!' diyemez miydi?

bu kadar çekiştirilerek uzatılan hikâyelerde, hepsi dönüp dolaşıp paraya dayanan bin türlü değişkenin sultası altında yalnız senaristlere yüklenmenin âlemi yok. işin kaymağını onların yemesi de gerekmiyor. tamam. hikâye, yönetmen, yapımcı, hepsi önemli, anladık. ama yine de işi sürükleyen oyuncular. öyle olmasa, aynı dizinin içinde birisi şahane laflar ederken (meselâ aliye'nin mücahit gürboğa'sı), diğerleri iki yıldır "dayanamıyorum deniz", "dayan aliye" (meselâsını anladınız..) diyip dururlar mıydı? senaristleri bile kışkırtan oyuncu işte, bal gibi gördük.

bu uzayıp gitme halinde bile hikâye ve diyaloglarındaki zekâyı, pırıltıyı hiç kaybetmeyen yabancı damat'ın hakkını teslim etmeli arada. oyuncusu, yönetmeni dahil tam bir başarı olduğu için kim kimi itiyor anlamak zor. bir de geçen hafta, tam koka kola suratların üzerine yapışırken kana kana bir limonata içirdiler ki, kimin fikriyse helâl olsun!
***
yıllar önce devlet tiyatrolarında kafka'nın dava'sını seyretmiştik. hızlı varoluşçu zamanlarımız, sartre okuyup duruyoruz, bulantı meseleleri şu, bu... oyuna birlikte gittiğim arkadaşım da geceler boyu bu konularda ve başka her türlü konuda konuşmalara, paylaşmalara doyamadığımız kankam. ben taa en başından sıkıntıya garkoluyorum, içim kararıyor. öle bayıla okuduğum kitabın esamesini göremiyorum sahnede, kopup gidiyorum.

oyun bitince, aynı düşüncede olduğumuzdan hiç kuşkum olmadığı için doğrudan konuya giriyorum. ama gel gör ki kanka aynı fikirde değil, oyuna bayılmış. inanamıyorum, nasıl yani, sahnedeki bu donukluğun, bu enerjisizliğin, bu inanmayan tavrın nasıl farkında olamaz! yorum hiç düşünmediğim yerden geliyor. O, hissettiğim iç sıkıntısının kastedilen bir şey olduğunu, tam da kafka'ya yakışır bir kasvetin başarıldığını iddia ediyor. canhıraş, anlatmaya çalışıyorum derdimi: "düpedüz kötü bir oyun bu, kimsenin birşey anladığı yok kafka'dan filan." anlaşamıyoruz, ikimiz de ne gördüğümüzden çok eminiz, tartışma bir yere varmıyor.

şimdi ben bunu niye anlattım. şundan:

yeşilçam klasiği acı hayat'ın iki versiyonu var diziler arasında. her iki yorumda (özellikle de acı hayat'ta) burjuva ailenin fertlerini oynayanlar bir felaket. feci! dayanılır gibi değil! ben de şöyle düşünüverdim birden, dava'yı hatırlayıp: yeşilçam'ın kalın çizgilerle iyi-kötü ayrımı yaptığı dönemin hikâyesinde zengini sevimsiz kılmak, özdeşleşmeyi engellemek için mi yaptılar acaba diye. yani kasvet kastedilen bir şey mi?

kendi kendime eğleniyorum işte, boşverin siz beni.
***
bu senenin özeti şu aslında:
* kötülükleri giderek yumuşatılsa bile, kötü adamlar şahanedir:
bkz. olgun şimşek, mehmet polat, barış falay;
* biz doğulular şarkılı filmleri severiz:
bkz. bütün dizilerin şarkıları ama ille de, gecenin en siyahında umudun bittiği yerdeyim. köşeyi dönsem ölüm, düz gitsem hayat, gölgeler içindeyim.
* eskiden ya da şimdi, şişirilmiş egolar geç de olsa ağızlarının payını alırlar. ama ister yeşilçam'ın emektarı ol, ister yeni oyuncu, isminin ve oyunculuğunun herkesin kafasına girdiği bir an vardır.
bkz. bütün diziler

----------------------------------------------------------------------------------
bonus olarak bir de televizyon seyretmeyin! yazısı.
afiyet olsun.

23.5.06

araf



artık birşeyler yapmak lâzım

aşk sevgi korku nefret/değişen durumlardan ibaret / katı bir yürek, bir de bir bebek / iyi bir araba, para / gelsin yan yana / kebabı adana, rakı tekirdağ / tatil uludağ ya da bodrumda / duble ya da tek ya da diskotek / 'you and me sex' / no baby, no baby / seni severim sevmem sana ne / güç bende erkek olmandan bana ne! / istanbul'dan gitmek lazım / tayland (şangay, urfa, artvin) görmek lazım / özümüze dönmek için / artık bir şeyler yapmak lazım / istanbul'dan gitmek lazım / mardin (nemrut, harput, bayburt) görmek lazım / özümüze dönmek için / artık bir şeyler yapmak lazım / bana bir şey oldu yoruldum / bir şey oldu hiçbir şeyi sevmez oldum / bir şey oluyor heyecanlanıyorum / nedendir vazgeçiyorum / hissiz mi oldum, başka bir olgunluk mu buldum? / artık soru sormuyorum olduğu gibi mutluyum / gülmek ya da ağlamak istiyorum / herhangi bir şey hissetmek istiyorum / ev sahibi miyim yoksa kiracı mıyım? / kenya, zimbabwe, mozambik, yeni delhi, kaykay, bungee / her şeyi deneyin.. peki! / hakkari, diyarbakır, antalya karşıyaka, ürgüp, manisa... / kolombiya kahvesi içmek lazım / saçını bir kere mora boyatmak lazım / her dilde seni seviyorum demek lazım / e-mail'den vazgeçip mektup yazmak lazım / her denilene inanmamak lazım / yine de inancımızı kaybetmemek lazım / evet demeyi sevin hayır demeyi öğrenin / evet demeyi sevin hayır demeyi öğrenin / istanbul'a dönmek lâzım / rakı balık lâzım / özlediğini bilmek için / bazen uzaklaşmak da lâzım...


pamela spence

21.5.06

orklar geliyor



avrupa olduğu tartışmalı kenar ülkenin çocukları olarak herbirimizin kişisel tarihinde yeri olan, bu en çok konuşulan meselelerden birinin, örovizyon'un, sadece bir müzik yarışması olmadığını biliyoruz evet. ama yine de bıkmadan usanmadan 'komşu komşuya veriyor mu vermiyor mu!' tahlilleriyle ömrümüzü tükettik. memleketin en mühim meselelerinden birkaçının son durumunu (ermeniler, kıbrıs, pop/halk müziği, avrupa'daki türkler) uyduruktan bir müzik yarışmasının finalinde görmek eğlenceli mi, trajik mi artık siz karar verin. tarih okumaya, yüksek avrupa birliği tahlillerine gerek yok, yılda bir gece birkaç saatini ayırarak gidişatı izlemek mümkün.
***
paslı çivileri bir kavanoza koyup bekletirlermiş, birbirlerinin pasını alsınlar diye. internetteki bazı forum ortamlarını, en çok da ekşi sözlüğü okurken bunu hatırlıyorum. birbirlerine 'ayar' verip duruyorlar, farklı düşünüyorlar. ama toplamına baktığımda paslarından hep beraber arınmakta olan çivilerle dolu bir kavanoz görüyorum. içim açılıyor, dün gece olduğu gibi kahkahalarla gülüyorum çoğu zaman. bu yazının başlığından tırnak içlerine hepsi onlardan ilhamdır, açıkça da söylüyorum..

sunucusunun üniversite gençliğini temsil ettiğini sandığı ve eve gidip memleket meseleleriyle ilgili düşünmelerini öğütlediği makina seyircisi, yarışma birincisi lordi'ye 'iğrenç' derken, sözlükçüler meselenin aslında ne olduğunu çoktan anlamış, daha önce ilgilenmedikleri yarışmaya -iki anlamda da- mesaj göndererek, kıtadaki diğer arkadaşları ile birlikte kelimenin tam anlamıyla dalgalarını geçmişlerdi bile. arada, ali rıza binboğa'nın da hakkını teslim etmeyi unutmayarak..

gençlerin sevdiği bir müzik olduğunu, tercih ettikleri bir şov olduğunu filan sananlar çıkacaktır 'hard rock allahıma çok şükür''ün. ki ben de methini duyduğum grubun vasat şarkısı karşısında hayal kırıklığına uğradım önce. ama, teşbihte hata olmaz, truva atı misali bu sahte/steril ortama girip açık ara birinci olmaları ancak böyle mümkündü galiba. şov öyle yapılmaz, böyle yapılır!

'lordi kazandıktan sonra olası gazete manşetleri', 'örovizyon çöktü, popçular büyük panikte' gibi başlıklarla söylenecek herşeyin önünü baştan kesen sözlükçüleri okuyun, pazarınız şenlensin.

haa, 'canım hepsi makyaj, maske, korkacak bir şey yok' mu diyosunuz. hiç emin olmayın! 'onlar öyle zaten. yok makyaj filan, anlamadınız mı hâlâ..'

19.5.06

üni-forma

küçük zikzaklarla yükseliyor gibi görünen, oysa büyük eğride aşağı doğru inen bir grafiğin içinde görüyorum hayatı çoğu zaman. hayatı, dünyayı, ülkeyi... milim milim birbirine yaklaşıyormuş gibi oluyor bazen uçlar. anlamanın daha kolay, daha eğlenceli olduğu anlaşılacak sanıyoruz. başka formların varlığını kabul etmek bu kadar zor mu? sonra biri bir taş atıyor, ardından toz dumana karışmak an meselesi. işin aslına yönelik olmayan detaylarla konuşuluyor, herşey sembollerden ibaret bir kez daha.
***
sorunları bir türlü çözülemeyen problemli bir apartmanda oturan arkadaşım, 'bir emekli albay taşınsa herşey hallolur' diyor. o şaka yapıyor, ben ürperiyorum.
***
bütün 'sivil'lerin yuhalandığı yerde hep üniformalı, her daim keskin uç, toplu olarak bağırlara basılıyor. bir kadın, neredeyse linç edilecekken sembolünü çıkarınca isterik kucaklamalar. şov yapmak herkesin aslî işi. bütün sertlikler birden devreye giriyor gürültüyle. sözün bittiği yerde, küçük zikzaklarda edilmiş sözler de çaresiz. hukukçuların dik yakaları nedense bana adaleti hatırlatmıyor.
***
'toplumsal mutabakat' denen şey, hepi topu üç-beş başlığın altında toplanmış. askere gitmek istemeyene işkence yapmakta mutabık kalınıyor mesela en çok. olmadı 'bunları zaten askere almazlar ki!' aşağılamaları. apoletlerin dokunulmazlığı hepimize dokunuyor.
***
belgrad'da oturan bir arkadaşım, sırp arkadaşlarının anlattıklarını dinliyor: 'herkes herkesi vurdu, cani olan biz olduk.'
***
'bir gemide toplumsal ve bireysel felaketlerle dolu günler yaşıyoruz'.

9.5.06

sıraya dizdin bizi zaman



tam da yeni dönmüşüm , ısınmaya çalışıyorum, kafamda sakince sıraya koyuyorum herşeyi derken...
***
6 mayıs'ta 'bugün günlerden deniz, yusuf, hüseyin' diye bir yazıya başlıyorum, küçük bir kızken gazeteyi alıp eve ağlayarak dönüşümü filan hatırlayıp. nasıl hiçbir anlam veremediğimi, bu yüzden de çok korktuğumu, çok öfkelendiğimi... yanlış bir tuşa basıyorum, yazı uçuyor. ilk defa başıma geliyor, vardır bir hikmeti diye vazgeçip kalkıyorum masadan.



gidip televizyonu açıyorum, alttan atıf yılmaz' ın ölüm haberi geçiyor. aylar önce duyduğum hastalık haberi, bir ay önce yolda, biraz çökkün yürürken görüşüm.. 'siz devam edin, ben biraz dinlenicem.' mi dedi acep?

'sevgi neydi, sevgi emekti' sahnesinde nasıl olup da her seferinde ağlamayı başarıyorum acaba diye düşüncelere dalıp iyice dağılıyorum. kaybolan yazıdaki duygu ve o günün hatırası çok uzak görünüyor gözüme birden. 'ah güzel istanbul'u seyretmek istiyorum nedense. iki gün önce 'demokrasinizi sevsinler' diye birşeyler yazmayı düşündüğüm geliyor aklıma. iki kıçıkırık vapur şeysi çiziktirip sahnelenen acıklı farsı düşününce içim sıkışıyor. 'daha önce söylemişim ya söyleyeceğimi, daha ne diyim!'. filmde vapurlar da geçer arkadan, iyi olur. uyukluyorum.



sonra, bir kez daha 'gülünün solduğu akşam' oluyor. uzaklaştım sandığım anlar yeniden yanıbaşımda. yorgunum.
***
ertesi gün, 7 mayıs, bir arkadaşımın doğum günü. bu sayfaları okur, sever, lâkin çok da doğru bir saptamayla biraz 'ağır' bulur. 'tamam aşk da yazıcam söz!' demişim, ama ufukta görünmüyor. hazır hıdrellez, buradan ona kırlar dolusu çiçek göndereyim bari diyorum. neşelenelim.



akşam doğum günü için toplaşıyoruz cümbür cemaat. yavaşça esrikleşen kafalar, birbirimizi sevdiğimizi içtikçe daha rahat söyleyişimiz, dokunuşumuz.. gece boyu her gittiğimiz yerde duman'ın parçasını çaldırıyoruz avaz avaz. gece, sarılıp zıplayarak söylediğimiz bu şarkıyla bitiyor. aman aman...

nereye gider başını alıp sorarsın
kimbilir durmadan nasıl susarsın
bilmeden boşuna atıp tutarsın
su gibi akıp geçer zaman

hep kaçıp yeni bir adım atarken
dibine kadar çileye batıp çıkarken
içine atıp atıp yoluna basıp giderken
su gibi akıp geçer zaman

gezdin tozdun aman aman
sazdın sözdün aman aman
giderek üzdün bizi zaman

yazdın çizdin aman aman
incecik izdin aman aman
sıraya dizdin bizi zaman

vallahi ben neşeli şeyler yazmak istiyorum aslında!

4.5.06

feleğin çarkı



çocukluk/ergenlik zamanlarımın bir iki idolünden biriydi. özel bir gecede kulisin kapısında tek başıma beklemiştim yakından göreyim diye. ilk ve son kez bir kulis kapısındaydım sanırım. etrafta pek yaşıtım yoktu, olanlar da onunla ilgilenmiyorlardı belli ki. pelerinini savurarak geçmişti önümden. ('çekti gitti arabayla, egzozuna boğuldum') gözlüklerinin camları çok kalındı, gözleri küçücük görünüyordu, bana da bakmamıştı zaten. hayran olunana yaklaşılan her durumda olduğu gibi, yani ne olsa karşılığını bulamayacak bu beklenti ile, 'eee' demiştim, 'bu mu yani'?! sonra sahneye çıktı ve herşey yeniden yerli yerine oturdu. o şarkı söylerken düşünmeye gerek kalmıyordu. şahaneydi.

sonraki yılların gelgitleri belki de bu yüzden, o gelgiti erkenden yaşadığım için pek değmedi bana. el öpmeler, tv programları, konuşmalar, çok fazla konuşmalar.. hiçbirine kulak asmadım, oradaki başka biriymiş gibi geçip gittim yanlarından. şarkılarını dinliyordum, dünya genişliyordu. kimselere benzemeyen bir ses, tiyatral duruşla kişiselleştirilmiş bir tavır. o, muhtar cem karaca.
***
seven sevmeyen herkes o çukurun başında yaşananlardan sıkıntı duydu galiba. sızladığını düşündüğümüz kemikler, toza dumana bulanmış laflar, nedenlerini bildiğimiz, sonucunu tahmin ettiğimiz bir oyun. bütün bu olan bitenin onunla ilgisi olmadığını düşünmek zor. herkes seçimlerinin sonuçlarını taşıyor, öldükten sonra bile. ve hatta belki öldükten sonra daha çok. değişemeyecek, yeni bir söz söyleyemeyecek, seçim yapamayacak durumda olmak, özgürlüğünün sonsuza kadar elinden alınması... zor işler, fazla büyük konuşmaya gelmez.
***
ben de bu yüzden o haberlere 'bakmadım' işte, pek ağzımı da açmadım içimden sayıp döktüğüm halde. kendime bir çay demleyip, kemikli ellerini güneşe uzatarak söylediği şarkıları dinledim. aslolan budur diye.

sürerim buluttan tarlaları
yağmurlar ekerim göğün göğsüne
güneşte demlerim senin çayını
yüreğimden süzer öyle veririm

ben feleğin şu çarkına çomak sokarım
ben feleğin tekerine çomak sokarım
yeter ki ıslak ıslak bakma öyle

-------------------------------------------------------------------------------------
not: üzerinden zaman geçse de, burda olmadığım günlerde kafamda dönen cümlelerin bazılarını paylaşmamda bir sakınca yok değil mi? yani, olaylar geçer, hayat kalır da, o bakımdan..

2.5.06

sevdaa!



(...)
sokaklar ne çocuğumuzdur ne de sevgilimiz. –böyle söyleyince çok basit bir şey, değil mi? ama sevdiğimiz kişileri ve şeyleri –arzu nesnesi denen her şeyi– birleştiren, aralarındaki onca farklara, karşılaştırılamazlıklarına rağmen biraraya getiren şey, bizim her birine ayrı ayrı bağlılığımız, sevme biçimimiz ve hatta tutkumuzdur. bundandır bazen her şeyin birbirine karışıvermesi, bir mekânı bir insandan, bir sokağı sevgiliden, binbir hatıra kırıntısından ayırt edemeyişimiz...

iyi de, korkunç gürültülerle park otel denen heyula fırlayıp yatak odanızın penceresini kapatmaya başlamışsa? sokağınızdan üç adım yukarıda bulunan –yağlı sigara böreklerine ve sıradan tostlarına bile seve seve katlandığınız– cennet bahçesi denen harikulade yer, aniden özel mülk haline gelmişse?

yapılacak şeylerden biri, bunlara karşı direnmektir. park otel’in korkunçluğunun enikonu azaltılması, semt sakinlerinin örgütlü çabasının bir semeresidir aynı zamanda.

bir başka şey de, olan biteni kabullenip gene de sevmeye devam etmek, sevilecek şeyleri aramaktır. güç değil: birlikte yaşlanmak gibi. sevdiğiniz, sadece gördüğünüz değildir ki artık; güneşte, gölgede ve yağmurda binbir halini görmüşsünüzdür, onu sahiplenmişsinizdir. anılar, yaşantılar ve olaylar üst üste biner, hafızanızda her geçen gün şekerlenerek, erişilmezleştiği ölçüde tatlanarak gördüklerinizle birleşir. ve inanın, bu karşılıklıdır. sanki bir sokak söz konusu olduğunda bile...

onun içindir ki, öteki cihangir sokaklarının aksine ilginç bir tane bile köşe-binası olmayan “şu yarı otopark gibi sıradan sokak için bu kadar vehmin ve süslü lafın fazla” olduğunu söyleyiverirseniz, verecek cevap bulamam. bir yeri, birisini, bir kitabı çok seviyorsanız, neden sevdiğinizi şıp diye anlatamazsınız. –tıpkı sevmek için vakit gerekmesi gibi. ve emek.

öte yandan, böyle sorular sevdiğimizi bir başka gözle görmeye de zorlar bizi. soruyu soranın gözüyle. kısa bir aydınlanma, bir uyanış anı: bir açık otoparka bakar buluruz kendimizi, sıradan bir insana, sevimsiz bir binaya, böbürlenen bir kitaba. küçük sınavlar. refleks halinde savunmalar.

kimse sevdiklerinden tek bir soruyla vazgeçmez. sınav aslında iki yönlüdür, uyanış anını bir başka uyanış anı izler: benim sokağım için fütursuzca laf edebilen birisi gözüme sempatik görünmemeye başlar. –efendim, bir şey mi dediniz?

başkasının gözü farklıdır; ama kendi gözleriniz de değişir. bakışlarınızı değiştirecek kadar farklı bir insan olmaya başlamasanız da değişir.

gündelik hayhuydan sıyrıldığında, kritik bazı anlarda ya da akla gelmedik birtakım vesilelerle insan kendine uzaktan bakar bulur kendini ara sıra; kendimizi bir mekânın merkezinde görürüz, o sırada “ben” diye kurduğumuz, o mekânın merkezindeki bendir. “bolahenk’te oturan ben”in gözüyle görüp tanıdığınız sokağa, taşındıktan üç yıl sonra aynı şekilde bakamazsınız.

şefkat eklenir bakışlarınıza, tıpkı eski bir sevgilinin gülüşünü gördüğünüzde olduğu gibi. küçükken tadına doyamadığınız bir kitabı tekrar okurken, o metni okuyan küçüklük halinizin karşınızda boy göstermeye başlaması gibi.

(...)

mustafa arslantunalı
virgül, haziran 2003


-------------------------------------------------------------------------------------
not: sevda gideli, birlikte yaşlanamayacaklarımızın arasına karışalı üç yıl olmuş. bu sayfaları okuyanlar, sevgili kayıplarla ilgili nasıl dilsiz kaldığımı farketmişlerdir. bu kez de başka birinin kelimelerine sığındım işte. onun da kendi eski kelimelerine sığındığını bile bile...