24.11.07

korku-luk



insanların gün geçtikçe daha fazla, hep daha çok konuşmalarına bakıp bakıp, 'ya böyle olmak kaderse!' diye, korkar dururum oldum olası..

ya öyle, ya giderek daha suskun.

aklına söyleyecek yeni, anlamlı, sahici birşey gelmiyorsa susmayı bilmek gerek..

31.10.07

seçimi kaybetmişsiniz, canınız sağolsun..



Sevgili Babacığım,
Dün sabah erkenden Ömer'in çoğunluğu kaybettiğimizi bildiren telgrafını aldım. Akşam gazetelerinde biraz havadis vardı. Malatya'dan seçildiğinizi, fakat genel sonucun 150'ye karşı 300 civarında olduğunu yazıyordu. Geçmiş olsun. Ne kadar ihtiyatlı beklenmiş olursa olsun gene bir şok tesiri yapmıştır herhalde. Umarım şimdiye kadar hepsi geçmiş, neşeniz yerine gelmiştir.
Teferruattan haberim yok tabii. Bir haberde seçimlerin gayet muntazam geçtiğini, büyük bir çokluğun seçimlere katıldığını okudum, çok sevindim. Asıl başarı bu. Netice itibarıyle memleketimizde demokrasi olduğunu dünyaya ispat edecek kesin olay, düzgün, hadisesiz bir iktidar partisi değişmesi geçirmekti. Bunu yapabilmek, bu seçimlerin hakikatta en büyük zaferimizi ilan ettiği anlaşılacak. Gerisinin ne ehemmiyeti var, canınız sağ olsun.
Bir defa da muhalefet liderliğini tecrübe etmek mukaddermiş demek. Bunun da başka bir tadı olacak herhalde. Memlekete hayırlı olsun. İnşallah Demokrat Parti iktidarı bir duraklama devresi olmaz, yürümekte olduğumuz ilerleme yolunda sendelemeyiz.
Yeni Kamutay ne zaman toplanıyor acaba; o zamana kadar sıkıntılarınız bitmeyecektir. Bir an evvel toplansa da dinlenecek hale gelseniz. Rahat rahat dinlendiğinizi, keyfinizin yerinde olduğunu duymaktan büyük sevinç duyacağım.
Sevgilerle, özleyişle ellerinizden öperim canım babacığım!

16 Mayıs 1950 / Salı

---------------------------------------------------------------------------------------------

Sevgili Erdalım,
Şimdi mektubunu aldık. İlk duyguların. Ne kadar iyi yürekli, filozofik ve ahlaklı yazıyorsun. Teşekkür ederim. Seninle bir daha iftihar ettim.
Evimize taşındık. İçinden hiç çıkmamış gibi bir rahatlık içindeyim. Bu mektubumu eski kütüphanemden yazıyorum. Annen bir haftadır taşınma için pek çok çalıştı. Yorgun olduğunu görüyorum. Amma sıhhati, neşesi yerinde çok şükür. Özden, Ömer, büyükannen herkes vaziyeti iyi ve tabii aldılar. Benim üzüntüye düşmemekliğim için bütün hünerlerini kullandılar. Hepsinin kıymeti gönlümde bir derece daha artmıştır, eğer buna imkan var ise...
Seçimi fena nispette kaybettik. (...) Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız bin bir sebebi var. Fakat en başta geleni değişiklik arzusudur. Bu da milletlerin hem masum, hem tabii bir arzularıdır. En sıkıntılı zaman, kaybolmuş bir seçimden sonra geçen bir haftadır. Şimdi bu bitti. İki gün sonra yeni cumhurbaşkanı ve hükümet seçilecektir. Saat 18.30'da da ben yeni cumhurbaşkanını tebrik edeceğim. Bu bir hafta, çok şükür sarsıntısız geçmiştir.
5 seneden beri, politikacılar benim için nasıl bir düşmanlık havası yaratmaya çalıştılar, bilirsin. Seçimin neticesini alır almaz her yerden bize karşı sempati duyulmaya çalıştı. Hatta yanlış bir şey yapıldığı hissinin halkta göründüğünü söyleyenler bile var. Bunların ehemmiyeti yalnız bir noktadadır; o da İnönü ailesine karşı düşmanlık telkini muvaffak olmamıştır; itibarımız içeride, dışarıda artmıştır. Taşıdığınız adla haklı olarak iftihar edeceksiniz.
Bu seçim, memlekette yeni bir hayat tarzı kurmak için giriştiğimiz teşebbüste ne kadar ciddi ve samimi olduğumuzu ispat etmiştir. Memleket için, hepimiz için şeref olmuştur.
Hep iyiyiz. Gözlerinden öperiz. Sağ ol, var ol, canım Erdalım.

22 Mayıs 1950 / Pazartesi

19.8.07

'peri'



Peri geldi.
Durdu bir tepede.
Dedi ki annemi getirdiniz mi?
Dediler getirdik. Annen artık burada kalacak.
Peri sustu. Annesine baktı. Annesinin yüzü solgundu.
Gecedendir belki dedi ve uzaklara baktı.
Gördü ki yol hiç bitmiyor, gitmenin yolu hiç bitmiyor
Beklemeyi bildi ve ben günaha girdim dedi.
Ben artık burada,
Bu çocuk kalmış tepelerin üzerinde,
Bu dağları üzerinde yıldız bulutlarıyla bırakmış genişlikte
Yaşayamam.
Hiçbir şey olmaması, çocukluk gibi kalması tepelerin.

Çocukluğunu bu uzaklığa bakarak geçirmiş
Ve bu bakmalardan, iç geçirmelerden sonra,
Kanatları çıkmış
Ve iç geçirdikçe uzamıştı kanatları.

Giden bir yol var dedi. Hep giden.
Şehirlere ve üzüm bağlarına götüren bir yol.
Birden güneş girdi içine.
İçinin berraklığına doldu güneş, tazeliğine.
Peri olmasaydım keşke dedi. Peri olmasaydım.
Kanadına küçük bir okun, acı biçimiyle saplandığını duydu.
Kanadını yavaşça içine doğru çevirdi.
Parıltılı gülüşüyle annesine seslendi.
Evet anne dedi galiba bir periyim ben,
Ben artık ölümü anlatamam.
Ne doğmak
Ne hayat
Ne de ölüm.
N'olur isteme,
İsteme benden.

Bejan Matur, Tanrı Görmesin Harflerimi

------------------------------------------------------------------------------------------------
not: şairi tarafından, 'çocuk kalmış tepelerin üzerindeki' bir başka peri için seçilmişti bu şiir bir zamanlar. şimdi, bir 19 ağustos'ta onur'u kucaklıyor.

11.8.07

ortaya karışık


seçim sonuçlarına ilişkin fikrimin bir önemi yok dedim ama, yine de;

'tepki göstermeniz için illa sizin yumruk yemeniz gerekmiyor, başkasına atılan yumruğa tepki göstermezseniz ahlaklı sayılmazsınız.'

diyen ve de bir meclise bedel olacağına inanmak istediğim kravatsız ufuk uras'ın ve sarı mizampli saçlı olmayan gencecik aydınlık yüzlü kadınların nasıl içimi açtığını söylemeden duramıycam. ne kravatın, ne de sarı saçların sadece biçimden ibaret olmadığını, varolan durumu sürdürmeye, yani dolayısıyla statükoya, esas muhafazakârlığa ilişkin olduğunu söylemeye gerek var mı? eğer çok gerekliyse lise öğrencileri gibi cebinde taşır, çıkar çıkmaz da çıkartır cebine koyarsın. ya da takarsın duruma göre. kravatsa kravat, türbansa türban.

sistemin içinde çözülebilecek olanları çözmek için. bir gün kavgasız gürültüsüz, kravatsız, eşarplı, ya da dilediğin renkte saç tokalarıyla orada bulunabilmek için. oranda buranda renk avcılığına çıkılmasından, ağzından çıkan, ya da çıkmayan her kelime için hesap sorulmasından çekinmeden durabilmek için. kimi zaman on yıllarca uzayan bu hesapların bitmesi, tamamen bitebilmesi için.

iyimserliğim tuttu. bak sen şu işe.
***
dün akşam tv'de başlayan türkü yarışması özel televizyonların tarihinde bir dönüm noktası neredeyse. yarışma formatının baştan yanlış olması meselesini şimdilik bir kenara bırakıp bir bakalım. sunucusunu duyduğum zaman öflemiştim başlangıçta ama, dekorundan sunumuna sadelikle tasarlanmış olduğu çok belli olan bu program, reyting peşinde olmasa ve bunu sürdürse keşke diyorum şimdi. 'karşınızdaaa, bilmemkiiiim' demeden de program sunulabileceğini, şarkı/türkü söylemeye gelen kız çocuklarının assolist gibi giydirilip makyajla şebeğe döndürülmeden de -hatta asıl o zaman- güzel/gösterişli/albenili olabileceğini filan gördük. şimdilik. sakin sakin, bağırmadan çağırmadan ve uzatmadan birinciyi açıkladılar, bunun bir önemi yok aslında dercesine. ya, demek ki olabiliyormuş diye iç huzuruyla, çoğunun çok iyi olan icralarını dinledik böylece. buradan, seslerine, kendilerine bir yol da açabilirlerse ne âlâ.

'sahnenin gerektirdikleri' masalının, 'saç/makyaj/birşişe parfüm/dekolte tuvalet' dekorunun içine 'silikon dudak/estetikli burun/botoks'u da hızla kattıkları için, sıradaki sahne adayı gençlerin hepsini telef etmeden önce bu modeli tersine çevirecek birşeylere ihtiyaç var çünkü. estetik deyince ameliyat geliyor akıllarına. pöh. önceki türkü yarışmasında karadenizli kızı açıp açıp, final günü handiyse edep yerine kadar sade tülle sahneye atıverenlerin bunları modernizm diye kakalamasına kulak asmayın. oldu ya, korktukları başlarına geldi, en moda türbanı seçmek için önce onlar birbirini çiğner, aha da şuraya yazıyorum.
***
aynı anda diğer kanalda tuğba özay'ı kafasına bastırarak arabaya sokuyorlardı. akbabalar gibi, su testisi su yolunda kırılır muhabbeti yapanlar, yeni tuğba özay'lar seyretmek, bu bitti, yenisini getirin demek istiyorlar aslında, benimse, sanki onu kurtarabilirlermiş gibi 'anne, baba sizi seviyorum' derken hapishane kapısında karanlığın içinde kaybolmasına fena halde içim burkuluyor. öğretmen bir anne-babanın kızı olmakla övünen, sosyal demokratlıktan bahseden bu genç kadın, niye yataklık etmekten suçlu bulunduğunu anlamakta zorluk çekiyor. geçen sefer aşk yüzünden deyip kurtulduğu için, gidip niye yine oralardan birileriyle dans ettiğini hiç sorgulamadan şaşırıyor. 'ben bi şey yapmadım ki!' doğrudur, bişey yapmamıştır. sorun da budur.

ne demiştik. şu yumruk meselesi çok önemli. başkalarının kanları üzerinde yürüdüğünü bildiğin birilerinin yanında öylece ses etmeden durursan, sözkonusu olan birgün senin kanın da olabilir. delikanlılığın kitabını gerçekten de yeniden yazmak gerekiyor. ya da hepten yırtıp atmak.
***
büyük olduğu söylenen gazetenin internet sitesinde yorumlar üzerinden kariyer yapmaya çalışan, kaç yorum yaptığının, çevrimiçi şöhretinin çok önemli olduğunu sanan birileri var. epeyce fazla birileri var üstelik. çoğunun öylesine yazıldığını bilsek de, yumurtlanan bu lafları ciddiye alanların sayısı hâlâ epeyce fazla olduğuna göre biz onları ciddiye almak zorundayız korkarım. her magazin haberinin altına, hiç üşenmeden 'kim ki bunlar, bize ne bunlardan, memlekette sorun mu yok..' diye yazıp duruyorlar. o sayfaların, o haberlerin ve de o zat-ı muhteremlerin varlığını sürdürmesinin nedeninin biraz da onlar olduğunun hiç farkında olmadan ya da çok farkında olarak. 'seni biz yarattık, ne çabuk unuttun.' ben de bu, 'neydi ne oldu, en ünlü mankenken nasıl düştü' haberlerini kanlı gladyatör savaşları gibi tribünden seyredip geh geh konuşanlara laf etmeden geçemedim.

hiç yorum yapasım yoktu aslında..

-----------------------------------------------------------------------------------------
not: resim serbest düşüş'ten.. çok beğendim, kullandım. izin mizin istemedim, onlar da başka bir yerden mi aldılar bilemedim. kullanmamı istemezlerse bir el etsinler yeter.

31.7.07

hangi pornografi?


bülent ersoy'un cinsiyet değiştirmeden önceki her hareketi dönemin bildiğim tek magazin gazetesi olan hafta sonu'nda manşet oluyordu. seyircinin aç, aç yırtınmalarına karşılık sahnede göğüslerini açıp kapattığı zamandı yanlış hatırlamıyorsam, 'ahlaksızlık' diye puntolar ötesi bir manşet atmışlardı, tabii ki göğüslerin olabilecek en büyük fotoğrafıyla..

aynı dönemde yayınlanan bir gazetenin (tan?), tecavüz edilip öldürülen bir kızın kanlar içindeki, pornografiye hizmet etmek üzere orası burası çekiştirildiği belli olan yarı çıplak bedeninin yarım sayfa görüntüsü, hayatımın ilk büyük dehşetlerinden olmuştu. yaşıtımdı ve o sıralar başka bir şehirde olan babamın, bana mukayyet olmaları ve evde yalnız bırakmamaları için annemlere telefon ettiğini hatırlıyorum. tiraj uğruna katmerli zarar.

sibel kekilli bir zamanlar porno filmlerde oynadığı, gamze özçelik ise hem tecavüze uğrayıp, hem de ahlaksızca yayımlandığı için bedenlerinin orda burda olur olmaz sergilenmesinden ve hakaret edilmekten kimbilir ne zaman kurtulacaklar? internet ortamında adlarının geçtiği her yerde küfrün de birlikte gelmesi bir yana, kadın/erkek, ordan/burdan dinlemeden hemen herkes inceden dokundurmadan geçemiyor, bedenlerini görmüş olmanın verdiğini zannettikleri hakla konuşup duruyorlar.

pornografi tam da bu sözlerde, bu gözlerde saklı.

pornografi, armağan uzun'un iki gündür yayımlanan ve belli ki bir süre daha ortalarda dolaşacak olan görüntülerini çeken ve de bir yandan seslendirmeyi de ihmal etmeyen kadının sesinde saklı. aslında hiç de ilginç olmayan o görüntüleri bırakın, o sese, neler söylediğine ve nasıl neredeyse orgazm olurcasına 'çektim, çektim' deyişine kulak verin.

işte size su katılmamış pornografi. işte gerçek 'ahlaksızlık'. bülent ersoy'un göğüsleriyle satış rekorları kıran hafta sonu'nun yerini hep beraber dolduruyoruz. vatana millete hayırlı olsun.

30.7.07

eleştiri mi? hadi canım..


birkaç sene önce bir sekiz mart toplantısından yükselen 'bütün kızlar toplandık' seslerini duyunca, 'hadi ya' demiştim. 'bu şarkıya mı kaldı biraradalığın ve kadın hareketinin ifadesi..' ama olanla ölene çare yok biliyorsunuz, hissiyat buysa, ifadesi de böyle olur..

ama ardından gelen şarkı hiç de o kadar masum olmadı. aslında tek taş peşinde koşan kadın milletine laf etmek için yola çıkmış gibi görünen sözler, ille de onun ya da bunun tarafından alınması gereken bir tek taşın varlığını hiç itiraza yer bırakmayacak şekilde yerleştirdi. mücevher firmalarının yaygınlaşmasının bu şarkıyla olan bağlantısını da çok merak ediyorum doğrusu. o gün bu gündür, bağımsız ve aklı başında olduğunu kanıtlamak isteyen binbir çeşit kadın kendisinin aldığını söylüyor, yemin billah ediyor.. üstelik evlilik yüzüğü iken, bir olmazsa olmaza döndü neredeyse. zaten soru da netleşti: sen mi aldın, adama mı aldırdın? üçüncü seçeneği seçenler pek ortada görünmüyor, dolayısıyla böyle bir seçenek yokmuş gibi aslında.

tek taşın simgelediği evliliğin de tek seçenek olması gibi bir şey. evli misin? evlenecek misiniz? size evlenme teklif etti mi? hoş, magazin insanları arasında bile soruya itiraz edenler çıkıyor arada, ama onlar da adamın evlenme teklifi ettiğini söylüyorlar yine yeminlen. oysa erkekler beraber oldukları kadınlara üç gün sonra evlenme teklif ederler genellikle zaten. ama nedense bir yan cebime koy durumu söz konusudur, 'kadınlar evlenmek ister, adamlar istemez' efsanesi de yaygınlaşır böyle böyle..

yazdığı sözlerin nereye gittiğini görüyor mu, bundan rahatsız mı bilemiyorum, ama en azından şarkının yazarı, eleştiri yaptığını, memleketi kurtardığını filan söyleyen biri değil. onu 'özgür kız' sembolü yapanlar için aynı şeyi düşünmüyorum o ayrı..

öyleleri yok mu? var! yoksa siz geçen sene herkesi hop oturup hop kaldıran 'çakkıdı'nın aslında bu eğlence kültürünü eleştirmek için yazıldığının, çook iğneleyici sözlere sahip olduğunun farkında değil misiniz? doğrudur, göbek atarken farketmemiş olabilirsiniz. tıpkı, şimdi müzik programı sunmakta olan bir genç adamın kimsenin hatırlamadığı parçasının aynısının tıpkısı olduğunu farketmediğiniz gibi. yok canım, sözler çok eleştireldi de ondan bu kadar sevildi, halkım göbek atarken özeleştiri yapmayı da ihmal etmiyor.

ve de eleştirmeye doyamıyoruz. birisinin öylesine söyleyip geçtiği bir lafa çok kızıp o meseleyi de halletmek için bir söz daha yazıveriyoruz hemen: 'evlenilecek kızlar vaaar, eğlenilecek kızlar vaaar..' sonuç nedir? eski bir bantta kalıp unutulacak sözler ölümsüzleşiyor ve sanki böyle bir ayrım varmış, böyle bir ikileme varmış gibi yerleşiyor. hadi hep beraber göbek atmaya devam. şu tek taşını kendi aldığı için pek bahtiyar olan kadınlar şimdi de hem eğlenilecek, hem de evlenilecek nitelikte olduklarını ispat çabasında. gidip gidebilecekleri yer orası, bu zemini tümden reddetmek akıllarına gelmiyor, işlerine de belki.. ikilemelere doyamıyoruz.

son olarak, bir de 'hepimiz tikiyiz' biliyorsunuz. o kadar kötü o kadar kötü bir şarkı ki, ne sözlerini ikinci kez okumaya, ne de dinlemeye tahammül edemediğim için fazla bir şey söyleyemiycem. ama yine belki farkında değilsinizdir diye ekleyelim, o da eleştirmek için yazılmış!

şimdi anladınız mı başlıkta niye öyle dayılandığımı? eleştiri mi? hadi ordan allahaşkına..

popüler kültür eleştirisi pek makbul bir dal. üstelik kolay. tv seyrediyorsun, konuşuyorsun.. bu kadar basit. herkesin yapabileceği bir jimnastik. doğru dürüst yapanları elbette ayırarak, komşu kızı çekiştireceğine ünlüleri dert edinen halkımızı (ve kendimizi de tabii ki) şimdilik affederek, şu memleketin damarlarıyla oynayanlara, tekrarın bir eleştiri biçimi olmadığını, bu işin doğru dürüst yapılmadıkça gelip kafaya böyle çarpacağını söyleyebiliriz.

tekrarlamayın, yerleştirmeyin. her ortada olana ilişkin konuşarak onları var etmeyin. bu günün hissesi budur.

23.7.07

"...ne söylesem boş"



kendi kitlelerine halk, diğerlerine sürü, dışardan yönetilen, bilinçsiz diyen, neredeyse 'kim kullandırtıyor bu aptallara oy, moy..' diyecek kadar densizleşenler..

çocuk militanlar lafını orda burda habire kullanıp kendi üç yaşındaki bebelerini şu ya da bu sembolle donatarak meydanlara sürenler..

birileri adalet, özgürlük, azınlık sorunları, bireysel haklar, çalışma şartları gibi binbir nedenle orda burda yürürken, miting yapmaya çalışırken farkında bile olmayan, dert edinmeyen, dahası yollarına taş koyan; lakin hayatlarında ilk kez bir mitingde yürümenin aşkıyla herkese toplumsal muhalefet dersi vermeye kalkanlar..

esas kendiliğinden halk hareketinin mesela atina'da yapılan ormanlarımızı isteriz yürüyüşü olduğunu söyleseniz muhtemelen boş boş bakarak bodrum plajlarında dumanların gölgesinde güneşlenmeyi sürdürecek olanlar..

kendilerinin, her ne hikmetse esas, mutlak, olması gereken olduğuna körlemesine inanıp, türkiye'nin şunun, bunun tarafından temsil edilemeyeceğini düşünenler..

''ordu bir sivil toplum kuruluşudur" diyecek kadar kendinden geçmiş olanlar.. ve de yine bir müdahale olabilir derken, içlerinden geçen ay inşallah vurgusunu saklayamayanlar.

gerçek bağımsız düşünceyi nerde görseler kafasını ezmek için ellerinden geleni ardına koymayıp, her fırsatta çeşitli büyüklerin -baba/kanaat önderi/genelkurmay başkanı/büyük şef- huzurunda el pençe divan durmaya hazır bekleyenler..
***
aslında türkçemizde bu durum için çok uygun sözler var. ama geleneği dinle doğrudan birleştiren ve ''yarabbi şükür'' diye şarkı yapan kızı bile dini laf kullandı diye eleştirenlerin ''allahın tokadı bu!" deyince nasıl yerlerinden zıplayacaklarını da biliyorum. ama dedim bile..

her daim azınlık olan ya da öyle hisseden biri olarak benim oy verip vermediğimin, hangisinden yana olduğum ya da olmadığımın ve de bu seçimlerin politik sonuçları hakkında nasıl düşünceler beslediğimin hiiiç önemi yok. ama, bütün bunlardan bağımsız olarak bu bir çift lafı etmeden duramadım. iğne ile çuvaldız her daim yanınızda/yanımızda bulunsun.

korkulardan, paranoyalardan, çağımızın en moda düşünce akımı olan komplo teorilerinden mümkün olduğunca uzak kalarak.

bitirmeden size sevim tanürek'ten güzel bir şarkı armağan etmek isterim. dinleyelim, güzelleşelim.

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: bir amerikalı tarafından, sitesindeki fotoğrafı kullandığım için hırsız diye damgalandıktan kelli hiç kimsenin ses etmeyeceğini bildiğim bir kaynak olan commons'tan başkasına bakmıyorum. en azından şimdilik. bu albatros resmi de oradan ve de vallahi hiçbir şey demek istemiyorum.

13.7.07

"müstesna bir çocuk"


tanıyan tanıdı, tanımayanlar okudu, dinledi.. müstesna olduğundan kimsenin hiç kuşkusu olmadı.

ve şimdi, gitti..

en çok öğrencileri sevdi onu herhalde, en iyi onlar anladı.
en hasını da onlar söylüyor.

anılmaya , okunmaya, konuşulmaya devam edilecek. umuyorum, biliyorum.

ulus baker..

------------------------------------------------------------------------------------------
not: resim, vikipedi'nin uluslararası resim deposu commons'tan.

3.7.07

bir şans daha yok


afrika'nın suzuzluk ve açlıktan başka birşey yeşermeyen topraklarından alınıp israil'e götürülen bir göçmen çocuk, temizleyip paklamak için soktukları duşun altında dehşet içinde bağırmaya başlar ve suyun akıp gittiği süzgeci elleriyle kapatmaya çalışır umutsuzca: su akıp gidiyor! ülkesinde bir damlasını bulamayan çocuklar sinekler gibi düşüp ölürken su akıp gidiyor!"

bu bir film sahnesi.. insanın empati duygusunu doğrudan harekete geçirebilecek, öyle olacağını umduğumuz onlarca, yüzlerce sahici andan biri.. zaten tüketimle, ''fazla'' ile başı dertte olanlara bıçak misali saplanacak bir sahne. izledikten sonra gönül rahatlığıyla 'ay her gün duş almadan yapamam ben!' diyenin aklına şaşarım. amma velakin yumurta kapıya dayanmadan kimse dünyanın küçümencik olduğunu, sorunların er geç heryere bulaşacağını anlamıyor işte. şimdi herkes söze küresel ısınma diye giriyor, halı yıkayanlara da ceza kesiyoruz, aman ne güzel.. ve de geçmiş olsun.

ben bu duş alma merakının, -ne merakı, isterisinin- biri bizi gözetliyor evlerinin ilkinde farkına varmıştım. hep beraber röntgencilik etmemiz işe yaramış, durup durup aklıma böyle şeyler geliyor o ilk evden.. dışarı çıkılmayan, dolayısıyla da kirlenmenin pek mümkün olmadığı o evde sürekli bir duş alma krizi yaşanıyordu. bir felaketten sözeder gibi konuşuyorlardı ağlamaklı: 'ama ben dün almadım duş, bugün de almazsam...' aman tanrım, nasıl yani? hepsinin geçmişinde, üç-beş günde hatta haftada bir, ailenin karar verdiği gün yapılabilen banyolar olduğuna kalıbımı basabilirim oysa.. hadi büyük şehir, hava kirliliği diyelim, şimdilerde daha fazlası gerekiyor (muş, öyle diyorlar) öyle alıştılar filan. yahu, göbeğinizi kaşıya kaşıya dolaştığınız evin içinde nedir bu su, -pardon- 'duş' aşkı? orada takıldığım bu 'ay duş almam lazım!' meselesi beni yıllardır yiyip duruyor işte dostlar. ek olarak, yanımda yöremdeki avrupa milletlerinden insanların zaten ve doğal olarak sabah akşam habire duş almalarına, bir kere giyindikleri iki tişörtü koca makinelere atıp yıkamalarına filan da öyle bir gıcığım ki, sormayın gitsin.

şimdi bütün bunları zaten beni bilen eşe dosta arada söylemişimdir de, böyle uluorta geçen sene yazabildim mi mesela? hayır! türlü çeşitli bıyık altından yorumların, popülizmdi, cimrilikti, boyna ışıkları kapatan memur sınıfının çocuğu olmaktan malul olmaktı, artık yorumun bini bir para, bilmez miyim.. (sahi bir de, tuvalet kağıtları üzerine bir nutuk vardı bbg'de, bak o da şahaneydi. onu da özellikle kadınlara ithaf etmek isterim hazır yeri gelmişken: 'bunlar böyle parça parça yapılıyor ki, öyle kullanılsın diye, bir metre kullanmak gerekmiyor.')

dünya böyle bir yer işte: birileri yıllardır, on yıllardır yırtınıyor. büyük ölçekli önlemlerden kişisel alışkanlıklara kadar nasıl herşeyin önemli olduğunu anlatıp duruyorlar.. olanlar oldu, sonuçları üzerinden ahkâm kesiliyor şimdi. küresel ısınmanın en büyük yaratıcılarından olan abd yıllarca, 'bana ne, ne haliniz varsa görün' dedi. şimdi çin, sanki başka bir dünya mümkünmüş gibi, önce ülkemin kalkınması, sonra düşünürüz diyor önlemlerle ilgili olarak ve kyoto'yu imzalamıyor. bir milyon ytl'ye, kesmeyen çin malı makaslar almaya devam edelim, çin'i kalkındıralım, sonra hep birlikte yağmur duasına çıkacağız. bir milyar kelle, elbet tutar dua..

yakınmayı sevmesem de kafamın sünger gibi olup konuşmaya mecalimin olmadığı şu geçtiğimiz günlerde, 'sıcaaak' deyiverince bir arkadaşımın pek güzel belirttiği gibi: klima alalım, küresel ısınmaya katkıda bulunalım, bizim neyimiz eksik..

----------------------------------------------------------------------------------------------
not: o kadar uzun zamandır yazmamışım ki toparlamadan masaya getiriverdim böyle. bunu ısınma sayın, bir dahakine artık.
sağanak yağmurlarda ıslanmanız dileğiyle.

6.6.07

bir umarsızın mektupları!


"sigaranın olağan olarak yanına kadar geldim. durumum bozulmaya başladı. dış ilgilerimin bu kadar aykırı kurulmuş olmasına üzgünüm. “ortaasyaya çekilmek gerek” sözümde (m ile) olağanüstü gerçekler ve hikmetler var. durum beni boğabilir. hiçbir hayale kapılmadan bu topluluklardan çıkmalıyım. başka hiçbir durumda bulunamam.

düşünce geriliklerinin, küçük beyinlerin yanından belki çok büyük kayıplarla, fakat çok büyük sür’atlerle uzaklaşmalıyım. ortaasya iklimlerine, yalın çöllere, belki biraz sonsuz steplere yönelmeliyim; gitmeliyim. beynimi şimdiki yüklerinden arımalıyım.

inci bir ivazsız imkândır benim için."

inci! / vural bilgin
g yayın grubu-geniş kitaplık

---------------------------------------------------------------------------------------------

taa ne zaman, 'yakın zamanda yayınlanacağını umuyorum' demişim. bunca yıldan sonra kitap olarak elime aldığımda, benim için artık çoktan tamamlanmış bir süreç söz konusuydu. 'menzile odaklanmadan seyahati sevenlerden' olduğumdan herhal.. şimdi ise, birilerinin bu sonucu görecek olması, okunacak olması yani, heyecan verici.


g yayın grubu, oğuz atay'ın sesini bulacağınız mektuplar, sizi bir dönemin ve bir kuşağın ta kalbine götürecek, demiş.
ta kalbine, doğrudur.. kendisi de söylemiş zaten: "herhalde sana 'aşk mektubu' yazmadığımı bilmeni istiyorum. başlangıçtan bu yana sana yazdıklarım kendimi açıklama idi. tek yaptığım bu benim."

ve böylece vural bilgin bizi
yalın çöllere, belki biraz sonsuz steplere yöneltebilir yazdıklarıyla. çöllerin boğuntusuna ve steplerin yalnızlığına.. mektuplar size gelmiş gibi bir sıkıntıya bile garkolabilirsiniz, ya da kimbilir, heyecana.. ama ne bileyim işte, sahicidir, damardandır, zihin açıcıdır..

22.3.07

akıntıya karşı..



önemli olan neye karşı olduğun değil, neyin yanında olduğun;
özgürlük, aslında gerçekten ne istediğini bilebilmek...

16.3.07

kavramlarla düşünür, hertürlü anlaşırız.



eskişehir anadolu üniversitesi grafik bölümü son sınıf öğrencilerinin bu yılki ilk yarı ödevlerinden biri onur'du. birlikte geçiremedikleri bu son yılın üç ayını çok hüzünle, ama canla başla, onun portfolyosunu hazırlamaya ayırdılar, hocalarının ve bölüm başkanlarının önerisine uyarak.

henüz işin başındaki bir gençten pek de beklenmeyecek derinlikteki, düşünceyi ve mizahı işin içine çaktırmadan katıveren onur'un özenle arşivlediği işlerini, ona yakışan bir özenle sergilediler yarı yılın sonunda. yaka rozetlerinden gülümseyen arkadaşları biraz daha yanlarında olsun diye çalıştılar aslında ama sonuç olarak çok da profesyonelce, hiçbir şeyi atlamadan bir küçük sergi açtılar bölümün içinde.

ailenin, arkadaşların, hocaların katıldığı açılışta bulabildikleri bütün fotoğraflar büyük ekranda bir yaklaşıp bir uzaklaştı. mizah hiç eksilmediği için, ne fotoğraflardan, ne de işlerinden, gözyaşları gülümsemelere yenik düştü. okul koridorlarında atılan uçan tekmeler havada asılı kaldı. hocaları "o artık hep bizim öğrencimiz olarak kalacak." deyince halası, "ne güzel okul bu, mezun olunmaz buradan!" deyişini hatırladı, canı yandı. deftere, kimisi sonuna kadar yaşanmış kimisi gizli kalmış sevgiler, duygular düştü. kırık, dökük, titrek...

ah onur, ah!

şimdi o işler, aylarca uğraşılıp biraraya getirilmiş, bir kısa film misali hazırlanmış dia gösterisi, bir genç sanatçının, herkese nasip olmayacak kabarıklıkta ve her sayfası bir arkadaşının emeği olan portfolyosu yeniden evinde.

o, onur.
onur ünal..

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: yukardaki, onur'un otoportrelerinden biri. o çok sevdiği arabesk motifler ve başlıkta yeralan cümleyle birlikte...

aslında sergi açıldığında yazılacaktı bu yazı. ama malum cumartesi'nin sesi kısık bu aralar. bir problem yok, yazamayınca yazılmıyor işte. bir arkadaşım, "bir ay oldu, yarın da yazmazsan bir daha bakmıycam!" dedikten sonra bile kaç gün geçti, ki okunmak istiyoruz elbette.. istemeyiz kaçıp gitsin sevenler.

13.2.07

küçük bir adam



bir zamanların saygı duyulan düşünce adamından geriye pek bir şey kalmadı epeydir. o kadar çok konuştu, o kadar çok söyledi ki, arada bir doğruyu gösteren saate benzedi durum.

kökenleri, kanları deşip durdu, olmayan ateşlerden dumanlar çıkartıp isini oraya buraya bulaştırdı, akıllı geçinenler attığı taşları çıkartmaya uğraştılar epeyce, uğraşıyorlar.

insanların aşklarını, evliliklerini kendi teoriciklerine malzeme yaptı, çocuklarının isimlerini üç sayfa daha konuşmak için diline doladı.

genç bir edebiyatçıya "ee, tamam iyi yazıyosun da artık kendine bir imaj edin, bir atkı tak, bir şey bul, böyle olmaz!" diyen bir adı lazım değili hatırlatan o kırmızı atkı ve o kalpaktaki, kendine özen göstermenin ötesindeki sembolizm ile, söylediklerine hiç de önem vermem gerekmediğini düşündürten bir portreye dönüştü zamanla.

söylediklerini ve kendisini ciddiye almayıp cevap verilmemesini tümünün kabul edildiği yönünde yorumladı, yorumlattı. nasıl yaralayıcı ve de asıl önemlisi nasıl gereksiz topraklarda dolaştığını bir türlü anlamadı. susmadığı için başka sesleri de duymadı zaten, duyamadı, duymak istemedi.

ve bu tür karışıklıklardan pek hoşlananlar tarafından akıllı adam mertebesinde değerlendirildi; akıllı, herkesin söylemediğini söyleyen, aykırı, bu yüzden anlaşılmayan falan filan.. zaten orda burda on dokuz harfi de dolaşıyor, çocuğun biri de saçlarını yüzüne dökerek anlatıyor biteviye, biliyorsunuz. biz de bu çağının ilerisindeki, bizim göremediklerimizi gören adamlara meczup muamelesi yapan, sıradan, gerçekleri göremeyen normal insan kategorisinde onların yüceliğini anlamayarak duruyoruz.

peki.. hepsine tamam.

ama yaşını başını almış, fikirle, düşünce ile, politika ile uğraşan bir adamın genç bir kıza, "inek gibi bakıyor" diyerek magazin şeylerine çıkmasına ne diyeceğiz? layığını buldu! mu? eyvah bir de buralarda konuşacak! mı? umurumuzda olmaz evet, gülüp de geçebiliriz. karşısında saygın gibi görünen yaşlı bir adam gören, kesinlikle bu geçmişten hiç haberi olmayan ve bu laftan belli ki incinen o çocuk gülüşlü kıza umursamaması gerektiğini söyleyip geçelim bence de..

11.2.07

"çengel çiçekleri"



okulda dersler saat altıda biterdi ama, dörtten sonra kimse kalmazdı ortalıklarda. rıhtımın, kantinin tadı kalmayınca okulu terkederdik.. ama kimi günler koridorlarda bir aşağı bir yukarı yürüyenlerin sayısından akşama bir sergi açılışı olduğu anlaşılırdı. hele de yurtlarda, arkadaş evlerinde yaşayanlar hiç kaçırmazlardı bu fırsatı, daha davetliler gelmeden içkilerin de, yiyeceklerin de dibine darı ekilirdi. işte bizim sanat aşkımız ve sergilerle olan muhabbetimiz böyle başladı..

benim sergi açılışlarına ve de her türlü kokteyl ortamına olan nefretle karışık duygularımın da başlangıcıdır muhtemelen o günler. seyrediyorduk gelenleri. biraz önce seyredilecek şeylerin önünde yalnızca kendimiz olarak nesnelere bakan bizler, kendisini "seyredecek" olarak tarifleyip gelen, bir kısmı o okulun koridorlarından yetişen yetişkinlere bakıp ürperiyorduk. gerçekle sahnenin birbirine pek fena karıştığı bu hâl çoğumuzun hiç mi hiç hoşuna gitmiyordu, komik ve gereksiz buluyorduk. sonra büyüdük, herkes açılışlardaki yetişkin yerini almak için birbirini iteklemeye başladı.

o sahiciliği sürdürerek yaşamanın peşinde olanlardan ve o günlerin en sevgili arkadaşlarından biri, bu günlerde bir sergi açtı. severek yaptığı, tutkulu heyecanlar beslediği işlerini böyle 10 yılda bir filan sergiliyor. davetiyeyi verirken açılışa gitmeyeceğimi biliyordu, gitmedim. ama, bu işlere bakma zevkinden kendimi mahrum ettiğim anlamına gelmiyor elbette. bırakın nesneleri, sadece bu serginin çıkış noktasını bile bilmek, iki dakika onun üzerinde düşünmek gerek. buyrun size bir başka arkadaşının yazdığı tanıtım yazısından bir bölüm.. üstelik bu günlerde aziz ordadır, uğrarsanız hem onu, hem 'çengel çiçeklerini' görürsünüz. fena mı olur?
***
aykırılık iflah olmaz bir kendini isteme tutkusudur. istenildiği gibi değil "istediğim gibi ben" olmanın ağır bedelini ödeyerek yaşamak, uysal yaşama kasıt besleyen ölümcül bir kopmadır. kişi kendini farkedilmez kılarak da kopabilir topluluk statüsünden. fakat "illa ki varım dikineliğiyle hem ortada olmak, hem de güdülü bir mevcudiyete karşı tavır koymak, kişiyi imhacı bir iştahın nefret kaynağı konumuna koyar. imhacı olmaya aday "başka"yı tolere edemeyen yetkenin kendisidir. düzen koruyucular ve düzen kırıcılar arasında yaşanan bu sivri cepheleşme insanlığın yaşadığı en büyük dramdır. osmanlı imparatorluğu'nun ceza terörüne dayalı asayiş sisteminin yarattığı "çengel çiçekleri" böyle bir dramı imgeleyecek en yetkin gerçekliktir işte.

osmanlı padişahlarının tahammül sınırlarını zorlayan en kışkırtıcı davranış, kuraltanımazların toplum içinde uyumsuzluk emsali yaratmalarıydı. tekrarlanması istenilmeyen suçların eyleyicileri ibret olsun diye en fazla kullanılan yöntemlerden biri olan: suçlunun çenesinden çengele asılarak katledilmesiydi. böyle bir cezaya namzet kişilere ise "çengel çiçekleri" yakıştırması yapılıyordu. aziz tavil'in "çengel çiçekleri" adını koyduğu ahşap heykel sergisi böyle bir bilginin allegorik nesnelerini içerir.

ümit inatçı

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: fethiye'den dönerken aklımda binbir şey vardı, yazmak istediğim. coğrafya değişikliği besliyor insanı. ama bir süredir bangır bangır gelmekte olan, bir güzel adamın ensesinde patladı, dağıldık. ne beyaz bereler üzerine yapılan tahlilleri dinlemek, ne de bu korkular üzerine yazmak istiyorum. hiçbir şey olmamış gibi yapıp filmlerden, kitaplardan sözetmek istiyorum bir süre. güneşten, çocuklardan ve aşktan.. neşeli olmak istiyorum.
ne diyor küçük memphis: "ben neşeliyim, ayaklarım da neşeli..."

22.1.07

sıdesutyun paregamıs!


hayatın ve kafa koparıcı familyadan birilerinin acımasızca üstüme geldiği bir gün, sevgiyi, anlayışı ve barışı, saldırmaktansa geri çekilmeyi olumlayan öğretilere ve bu öğretilerle yetiştiren aileme kızgınlık ve öfke içinde feryat etmiştim: "niye böyle yetiştirdiniz bizi?" diye...

kaç gündür yeniden aklımda, ürkek güvercin sembolüyle birlikte. tam, "ne güvercini, aslan olalım, kaplan olalım, kendini ve dünyasını koruyan, koruyabilen bir şeyler olalım.." diye düşünürken, hrant'ın kardeşinden geldi cevap: "bundan sonra güvercin değil, şahin olacağız."

birilerinin köşe kapmaca oynarcasına kapısına bekçi olup belirlediği kavramları değiştirmek için uğraşalım.. semboller dünyasının duvarlarını yıkıp yeni semboller bulalım..

oturdukları yerden dişlerini -gerçek anlamıyla da üstelik- göstererek deşip deşip 17 yaşındaki çocukları tetikçi yapan adamları teşhir edelim, işaret edelim, ihbar edelim. birileri gidip enselerine iki kurşun sıksın diye değil, yargılansınlar diye.
bir daha yapamasınlar diye.
güçleri kalmasın, bakan olarak kalamasınlar, bir gün karşımıza parti başkanı olarak çıkamasınlar diye.
unutulmasın diye.
***
yarın agos'un önünde, kumkapı'da, sokaklarda olalım, korkularla yaşamaya terkettiğimiz ve ezeli ebedi yetim bıraktığımız o çocuğu şefkatle kucaklamaya çalışalım. ona faydası olmayacak bu kucaklamanın kalanların korkularını ve öfkelerini, utanç içindeki bizlerin acısını bir damla yatıştırmasını dileyelim.

------------------------------------------------------------------------------------------------
not: başlık, elveda dostum anlamına geliyor. gazetelerden yürüttüğüm bu iki kelimeden başka ermenice kelime bilmiyorum. siz de bilmiyorsunuz eminim. ama ermeni komşularımızı, arkadaşlarımızı sayıp döküyoruz hepimiz.. kimbilir kaç kuşak ingilizce kurslarında telef olurken arkadaşımıza kendi dilinde merhaba demeyi öğrenmemiş olmanın utancı da yanımıza kalsın. yarın slogan atmadan sessizce yürürken bunları düşünürsek belki üç günlük semboller ve laflardan başka şeyler de kalır elimizde.

19.1.07

...

ırkçıların, tahammülsüzlerin, recm çığırtkanlarının, güvercinlerin boynunu kopartanların hânesinde bir çentik daha... bu düşünceli yüz ve bu kıvrılıvermiş ayaklar, benzer fotoğrafların yanına arşive kaldırılmadan önce kara kara düşündürtmeli. bu adamı koruyamadık, kurda kuşa yem ettik diye kendimizden utanmalıyız.

10.1.07

ayşegül tatilde


fethiye'deyim..

yılbaşı patırtısından kurtulmak için her sene düşünüp anca iki üç yılda bir yapabildiğimi yapıp buralara geldim. istanbul bütün ateşiyle çağırsa da, geldiğim anda aldığım derin nefesi kaybetmek istemediğim için de uzatıyorum işte böyle..

hem sessizlik sevip hem de istanbul'un göbeğinde yaşamak gibi bir çelişkiyi barındırıyor bu bünye, arada bu fok delikleri olmasa, zor.. ayak bastığım anda hissettiğim şu oluyor, istanbul dışı her yere: kendi ayak sesini duyuyor insan buralarda, ki herkese lazım. hem kendininkini, hem diğerlerini duymak. topuk takırtısı değil, ayağın toprağa değme fısıltısı.. izinin ve sesinin ayırdına varma güzelliği..

nerede yürürsen yürü, üçbuçuk tarafında dağlar da yürüyor seninle burada. bu mevsimde tepeleri karlı.. beşparmak dağları ve de babadağ, sahilde denizin sesine öyle arkadan katılıyorlar.. nasıl söylesem, pek ferah, çok güçlü, neredeyse ölümsüzlük duygusu vererek.. geri kalan buçuk denizde batıyor güneş yine bu mevsimde. yazın, adaların arkasında erken kaybolurken, şimdi yeşil ışık yayacakmış gibi dalıyor sulara.. yağmurlu bile olsa gün, son yarım saatte çıkıp bulutların takkesinin altından yapıyor yapacağını.

bir temmuz ayında şu herşeyi bildiğini ve de herkese öğretmek için saygonlular tarafından görevlendirildiğini sananlardan biriyle konuşmamızı hatırlıyorum da.. önceki kasım ayında üstelik o mevsimde denize de girmenin mutluluğuyla her gün sahilde dolanıp durmamdan sözederken, "olmaz öyle şey" deyivermişti.. "denizden batmaz güneş burada.. o kadar fark olur mu arada?" mesleki yamukluktan alabildiğine muzdarip bir öğretmendi kendisi, böyle durumlarda sözü uzatıp, öbür gezegenin eğitim görevlisi konumuna düşmemek için susmuştum. kafasını kaldırıp gökyüzüne sahiden bakan herkes güneşin yıl boyu nasıl bir yol aldığını görür oysa, kitaplara ve de "şart, şart, eğitim şart" a filan gerek duymadan..
***
arada akşamları sohbet eşliğinde ortasında yanan ateşe bakarak demlenilen bir meyhanede, bütün gün sadece bira içip oturan bir alman var. türk karısı ölüp mal mülk de elden gidince böyle bir meczup hayata girmiş. verilirse yiyor, laf atılırsa konuşuyor. dünyanın her köşesinde benzerlerinin ne kadar çok olduğunu bile bile, benim gözüm ona takılıyor, hayat üzerine fazla düşünmemeye çalışıyorum.
***
ateşe bakıyorum, korların arasındaki mağaralarda gezintiye çıkıyorum..
güneşe, ateşe, suya tapınmanın nasıl kaçınılmaz olduğunu bir kez daha ciğerimden anlıyorum.