29.9.05

başkalarının sözleri



dünyayı yağlamak lazım paslandı düzgün dönmüyor
aya gidip bakmak lazım burdan bişey görünmüyor

...
hakan, cumartesi yazıları'nın 'herşeyi olanaklı kılan özgürlük hakkında zorunluluktan yazılmış yazılar' olduğunu söylemiş. ben cüret edemezdim bu kadarına, öptüm başıma koydum..
...
hope there's someone
...
zamana dair söylentiler nereye kayboldu?
...
yazılar, arkalarında bir isim, bir kimlik olmadan kendi uzaylarında varolabilirler, kategorize edilmeden okunabilirler. kıyaslamadan anlamak, kıyaslanmadan anlaşılmak istiyorum. çok mu şey istiyorum?
...
beni artık yormayın, daha fazla sormayın, vardır elbet bildiğim boşuna uğraşmayın
biraz sinirliymişim, bişey beğenmezmişim, evden hiç çıkmazmışım, iki laf etmezmişim
doğduğum günden beri mecburen içerdeyim, en doğrusu böyle, dışarı çağırmayın
biraz kibirliymişim, bi selam vermezmişim, biraz acayipmişim, galiba deliymişim
çünkü gülyabaniyim ben, çok yabaniyim ben, girerim rüyanıza, hepinizi yerim ben

25.9.05

şiddetin binbir yüzü



iki yüzlü burjuva ahlâkından konuşmaya başladık madem, biraz ordan sürdürelim düşünmeyi. düşünmek dediğim de soru sormak aslında. sorular birden üşüşür insanın kafasına bilirsiniz.

erkekler neden tacizi, tecavüzü anlamak için ille 'bizim de anamız, bacımız var.' demek ihtiyacını duyuyorlar, onların tecavüze uğrama ihtimalleri hiç yok mu? hayatta hiç bir şeyden ibnelikten olduğu kadar korkup çekinmezken bunu sadece bir kadınlık sorunu olarak anlayıp kendilerinden bu kadar uzak sanmasalar yine böyle mi olurdu herşey?

aile sevgisi sadece kendi kızını sevmek, karısına sahip çıkmaksa, herkes yalnızca kendi ailesini korumak için kaplan kesilip diğerine salyalarını akıtıyorsa bu nasıl bir kutsal ailedir ve biz buna neden saygı duymak zorundayız? aynı adamlar hem küçük kızların istemeden çekilmiş çıplak görüntülerinin peşine düşüp geceleri marka kravatlarını gevşetip, hem her fırsatta karılarını nasıl da hiç dövmeyip başlarının tacı yaptıklarını anlatıp sırıtarak nasıl hiç durmadan konuşabiliyorlar? nasıl bu kadar çok konuşabiliyorlar ve nasıl oluyor da torunu yaşındaki bir kıza neredeyse 'hiç zevk almadın mı?' tonunda sorular sorabiliyor şu karısını çok seven adamlardan biri? karşılarında hep elpençe divan durulması gerektiğine ne kadar çok inanmışlar ki, sadece kendini koruyan birinin başını dik tutmasına bile tahammül edemiyorlar?

diktatörlerle bile sırıtarak konuşan surat ilk kez yamuluyor. ve günlerdir bir haber merkezinin çalışanları, bırak zaten yapmaları gerekeni yaparak görüntüleri kesmeyi, işi gücü bırakıp, patronlarına cevap vermeyen -ya da gereken cevabı veren- kızdan intikam peşine düşüp zekice olduğunu sandıkları dokundurmalara devam ediyorlar.. bıçaklamaya..

medyanın rolüymüş! kimsenin böyle sanal çerçevelerin içine girerek ya da girmeyerek kurtulamayacağını biliyoruz. suç da ceza da bireysel, günah da, sevap da.. önceki yazıdan devam ederek bitirelim. herkes kendi hayatına baksın bi zahmet..

22.9.05

'ama ben onun için en iyisini istemiştim!'



lafı fazla çevirmeden doğrudan söylemekte fayda var. herkes anne/babasının kurbanıdır. tıpkı onların da kendi anne/babalarının kurbanı olduğu gibi.

'kurban' lafını ağır bulanlar olabilir, başkalarının hayatlarına bakıp kendilerininki için şükredenler de. bilmemkimin annesi kadar müdahaleci olmadığı için annesine teşekkür ederken, açıkta olmayan yaraların dipten derinden nasıl kanser ettiğini unutur insan. asıl tehlikenin iyilik gibi görünen ilginin arkasında yattığını da. meselelerin, içinde olmadığımız kısmıyla ilgilenmek rahatlatır. televizyonu sadece seyrederiz, orada görünmek gibi bir derdimiz yoktur. hoş, zaten bu sadece varoş insanlarının gönül indirdiği süfli bir konudur. 'eğitim şart'tır. 'su testisi su yolunda kırılmıştır.'

zor olanı yapabiliriz aslında. tehlikenin küçük burjuva ahlâkında yattığını itiraf ederek başlayabiliriz. annenin/babanın payını gramla tartmak yerine toptan 'kutsal' aile kurumuyla hesaplaşabiliriz. devlet/aile ikilisini yeniden hatırlayabiliriz. gençlerin en değer verdiği şey sıralamasında ailenin neden ilk sıraya yerleştiğini merak edebiliriz. ve başkalarının hayatına bakmak yerine kendimizinkine bakmayı deneyebiliriz.

ata isminde bir çocuğa ağlayamıyorsak kendimize ağlayalım..

---------------------------------------------------------------
not: jessica lange ve oğlu bu yazıya sebepsiz eşlik etmiyor. fotoğraf frances filminin setinde çekilmiş. film, kızlarının öfkesini ve özgürlük isteğini anlamaktansa akıl hastanesine yatıran ve iyileşmesi için lobotomi yaptıran bir ailenin, daha çok da annenin varlığı ile aklımda. başlıktaki cümle filmde geçiyor muydu hatırlamıyorum ama hastanedeki kızına birşeyler ören annenin yüzündeki ifade tam da bu cümleye uygundur.

19.9.05

'a ay'



beş yaşımdayken ölen babaannemle ilgili hatırladığım tek tük sahneden en belirgin olanı ayın ilk göründüğü günlere ait. hep hasta ve yataktaydı, bu onu ayakta hatırladığım tek an aynı zamanda. bana tutunurdu, dışarıya çıkardık, ince mi ince hilâle bakarak önceden öğrettiği duayı söylerdik birlikte. fısıldayarak.
'ayı gördüm allah, amentübillah, çok günahlarım var, affet allah.'

yollarda tanıdığım bir adam, eski sevgilisini anmıştı dolunay akşamında, pek kimseye anlatmadığı halinden belliydi: 'hâlâ, her dolunayda göğe bakıp onu anarım ve adım gibi bilirim ki o da o anda beni anıyor.' çoluklu, çocuklu, karısını seven, mutlu bir adamdı. gözyaşlarını zor tutmuştu, lafı değiştirip birlikte aya bakmıştık. o günden sonra her dolunayda ben hem onu, hem sevgilisini andım.

gökyüzünü gören evlerde oturmak iyi gelir. ufku açılır insanın, güneşle, ayla olan ilişkisi tazelenir. paylaşma isteğini artıran bir coşku ile hilâlden dolunaya göğe bakıp ötekileri anarsın. kendini ve herkesi affetmeyi dileyerek.

17.9.05

'öğle uykusundan uyanırken'



zamana dair söylentiler'e rastladığım anda aklıma düşen başlıktı bu. 'öğle uykusundan uyanırken', melih cevdet anday'ın bir şiir kitabında karşıma çıkıp allak bullak etmişti geçmişte. elimdeki kitaptan bir zamanlar altını çizdiğim satırlara yeniden göz atmak yetmedi, kardeş metinlerin yanında görmek istedim. ikilenmedi, üstelik yanında bir çözümlemeyle birlikte.. eyvallah.

oraya gider büyük bir kısmını okursunuz. bu da tadımlık bir parça. hayatını 'söz' üzerine kurmuş bir adamın gizli çığlığı.

"hiç istemeden kendini bana yakalatmış gizli bir dünya idi bu. (sonraları bu dünyayı kaç kez gördüm, kaçırdım ve her görüşümde hasta düştüm. belki de delilik budur, çünkü kimseyi inandıramazsınız, herkes sizden uzaklaşır. oysa hepimiz o dünyada yaşamaktayız, ama "söz"ün yetersizliği bizi yenik ve mutsuz düşürüyor. bir gün gerçek "söz" bulunacaktır.)"

12.9.05

küfür etmesini de biliriz



tarihlerle aram pek iyi değil. günü geldiğinde farkediyorum doğum günlerini, yıldönümlerini, çağ dönümlerini. hatta kimi zaman, günü geçtikten sonra. önceden tedbir alınması gereken bir durum yok allahtan, olsa olsa birileri güceniyor, bazen ben hayıflanıyorum. ama hem kişisel tarihimde yeri olan, hem de herkese değip geçmiş durumlarda karışıyor işler. eylül'ün ilk haftasından sonra geri sayım başlıyor topluca, unutmak mümkün değil. 8, 9, 10, 11, 12.

herkesin hemfikir olduğu gibi aslında hiç aklımızdan çıkmayan, ya da hiç yaşanmamış gibi davrandığımız için tamamen aklımızdan çıkmış görünen ve '25 yıl geçti üzerinden.' cümlesinin bile soru işaretli olduğu bir durum. sadece bir günden bahsetmiyoruz. bir kuşağın tam ortasında kaldığı, önceki ve sonrakilerin de nasiplendiği bir yangın. birileri bu kadar çok gökyüzüne bakıyor, hep ışıklı evlerde oturmak istiyor, kendini sokaklara atıveriyorsa sebebi var.

dedim ya, yıldönümleriyle işim olmaz pek. söyleyeceklerim de çoğunun yanında pek cılız kalır zaten. bir ara, belki bir nisan günü, benim 12 eylül'ümü yazarım, yaz ortasında kar yazısı yazar gibi.

bitirmek için gaye boralıoğlu'ndan ödünç satırlar: "ama yine de... atlatabilmeyi, yeniden düze çıkabilmeyi, yüzebilmeyi, aynı anda ileriye, geriye, aşağıya yukarıya bakmayı becerebilirim. ve ayrıca gerektiğinde küfür etmesini de iyi bilirim."

7.9.05

sıçan deliği



akşam olur, oyunlar biter, hava iyiden iyiye kararır. en önce babası eve erken gelen çocuklar kaybolur ortadan. sonra bazı küçükler ve bazı korkaklar. korkusuzlar en çelimsizlerin arasından çıkar çoğu zaman.

karanlığın basışı nasıl anlaşılmaz, birden herşey görünmez olur; çocukların dağılması da öyle. bir anda ıssızlaşır sokak, oyun sonsuza dek sürecek sanırken birden terkedilirsin. eve girmemekte direnir, kendince oyunlar icat edersin belki. ama akşam üzerlerinin şarkısı budur işte, tek başına söylemeye devam et: ‘evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine.’

sokağa gelecek yeni çocukları bekler birileri. gelenler, onların uzun geceleri sokakta geçirdiğinden habersiz, tazeliğin şımarıklığını yaşar. yorgunluk giderek artar, evlerden gelen sıcak çağrılar ve yeni çocukların anlamayan enerjisi epeyce zorlar. ama direnmek iyidir, sokak güzeldir.

4.9.05

hep birlikte/tek başına



'sahneye çıkmak' üzerine biraz kafa yormuşluğum var. bütün şu 'hayat sahnesi' tanımlamalarını da içeren, rol modellerinin izini sürmeye çalışan, alkışın/iltifatın esiri olup, hep sahnede olmayı hedefleyerek yorulan hayatlar üzerine bir dizi düşünce kırıntısı. arkadaş topluluklarının aranan insanı olmaktan, bir stadyum konserinde şarkı söylemeye uzanan geniş mi geniş bir alanda hep aynı mesele: olduğun halinle, istediğin zaman istediğin yerde kendini anlatmak mı, beklentilerin peşinde sürüklenmek mi?

kırk yıldır sahnede olan, 60'ların öncü gruplarından tut, sonraki yılların birçok dünya yıldızı ile ortak çalışmaya kadar buralara sığmayacak miktarda üretmiş bir adam, kelimenin tam anlamıyla huşu içindeki dinleyicisini 'kendi' sahnesinde ağırladı. arkada dönüp duran meditatif şekiller, görüntüler, renkler ve zaman zaman bunların üzerine düşen dingin profiliyle onun ve sesinin izini sürenlerle buluştu. hiç bir fazlalığa izin vermeden, müziğin ve kişiliğinin zenginliğinin yeteceğinden emin, sükûnetle şarkı söyledi. yarattığı coşku, tek başına eve doğru giderken sarmış olmalı herkesi. teker teker, yavaşça..

şimdi bu iki paragrafı birleştirmek için yeni cümleler kurmak gerekiyor sanırım ama hadi bunu bir tarafa bırakalım, yıllar yılı birlikte müzik yaptığı insanlar olmaksızın sahnede tek başına sesler üreten jon anderson'ın konserinin sonlarına doğru kafamda yankılanan bir cümleyle bitirelim: şimdi burada bunu yalnız başıma ve bütün o arkadaşlarım olmadan yapıyorsam, elimden başka türlüsü gelmediği içindir."