30.8.06

okunduğu gibi yazılmaz



tv'deki yeni gözdelerimden fırtına, karadeniz gibi bir dizi aslında, fazla söze gerek yok. komik, dramatik, hayat dolu, sağlam. birbirine güzelce örülerek bağlanan hikâyelerin içinde, ettiği lafın nereye gideceğini bilen, gideceği yerde bir işe yaramasını uman gizlice. geleneği severek bağrına basan; yalansız dolansız, sahici bir toprak sevgisinin ne olduğunu hissettiren, karadenizin keyfini de, sıkıntılarını da harmanlayan bir güzel seyirlik.

yaz tv'sinin, gündüzleri rastladığım 60'lı yılların türk filmleriyle birlikte içimi açan 'fırtına'sı.

bir de her zaman ntv'de ve insan, bir de trt 2'de derin kökler... var yani magazinden başka seçenekler sadece tv'lerde bile. 'böyle haber mi olur' dediklerinizi seyretmek zorunda değilsiniz, gündem üç beş ana kanalın gündeminden ibaret değil, ne burada, ne dünyanın küreselleşti de küçüldü sanılan geniş mi geniş coğrafyalarında. neye bakmak istediğinize bağlı, hangi bilgiye ulaşmak istediğinize... nasıl tonlarda, hangi kelimelerle...
***
diyorum ki, şu fırtına bir de fırtına vadisi oyunlarına bir çelme takmaya yarasa mesela, olur a.. ballı kaymak olmaz mı? taa ne zaman bu işleri dert edinen o şair ceketli çocuğun saçları vadide daha mutlu dalgalanmaz mı? umut edemez miyiz bu dünya cennetinin baka baka, göre göre kararmamasını? 'cennet buralar cennet' diye o mis havayı içlerine çekip, lafı da 'şart şart, santral şart' diye bitirenlerin buraları bitirmesine engel olamaz mıyız? homini gırtlak bu dünyayı yiyip bitirmelerine, pufidi kandil görmezlikten gelip, tumba yatak yan gelip yatmalarına hayatın sunduğu hediyelerin üzerinde sere serpe..?

ha, olmaz mı?

23.8.06

sadece onur



o, 'lüzumsuz konuşmaya ne gerek var' diyen, içinin zenginliğini başka araçlarla duyuran bir çocuk. işiten kulaklara.

o, annesi yemek yaparken birazcık söylenince, 'sevgiyle yapmıyosun!' diyerek yemeyip aç yatan, lise yıllığında bir arkadaşına 'onu bozacak birini tanımıyorum' dedirtecek sağlamlıktaki onur.

o, arkadaşlarının 'sınıf artık eski sınıf olmayacak!' dediği, koşup gelen hocalarının, 'hakkında kötü tek laf söyleyecek birini bulamazsınız!' diye gözyaşı döktüğü, 'saygıyla espriyi bir arada yaşatabilen' yetenekli delikanlı: onur ünal..
***
nesli tükenmiş insanların yetiştirdiği, herkeste huzurlu bir iz bırakan sevgili onur, canım kardeşim. üniversite okumaya geldiğin, okulu bitirince ayrılmayı düşündüğün şehirde, basit mi basit bir nedenle hayatında ilk kez kaldığın bir otel odasında gidiverince bir anda buralardan, yerel gazeteler senin için 'kahreden kayıp' manşetleri attı.

ben, kimselere elletmediğin bilgisayarını açıp buzdağının görünmeyen kısmını görmeye çalıştım. okul ödevlerine baktım, en çok dinlediğin müzikleri dinledim, eski defterlerdeki karikatürlere bakıp, sınıfta yaptığınız doğaçlamaları seyredip güldüm. tatile gitmeden önce evde, salonda, odanda kendi kendine çektiğin onlarca fotoğrafa bakıp kafandan geçenleri hissetmeye çalıştım. sevgili annenle-babanla birlikte bilgisayara, senin şu kimsenin söylemeden geçemediği gülen gözlerine baktık.

kahrolduk, doğrudur.
***
cumartesi akşamı seyrettiğim bir haberin etkisiyle 'denizde kararti var'ı yazarken fazladan bir üzüntüyle ağlamaklı olup, 'kendin yazıp kendin duygulanıyosun!' diye söylendiğim saatlerde bulmuş babası onur'u. ben burada 'genç çocuklar sularda yitip gitmesin' derken, o, hazırlayıp giremediği su dolu bir küvetin yanıbaşında çoktan terketmiş buraları. 'cesetlerinin yakışıklı filan olması gerekmiyor!' diye yazıp ağlarken o orada bütün yakışıklılığıyla duruyormuş boylu boyunca. 'onları bırakmayın gitmesinler!' gecikmiş bir feryatmış. hayatın boktan cilvelerinin garip rastlantıları...
***
bu yazı da, ablasının onur'a yaktığı ağıt olsun. bildiği tek yöntemle ama bu kez kendi yazdıklarına ağlamaktan utanmadan...

-----------------------------------------------------------------------------------------------

eskişehir sakarya gazetesi
onur'un çok az kullanabildiği sayfası

19.8.06

denizde kararti var


yıllar önce.

otobüs dolusu insan, karpuz kabuğunun denize düşmesini kutlamak üzere karadeniz'e 'çimmeye' gittik. hava o kadar da sıcak değil, maksat deniz kenarı pikniği.. güle oynaya, boş bir koy bulduk, bize özel. yemekler yendi, herkes bir tarafa yayıldı, rehavet zamanı.. önce kadınlardan birinin açığa gidenleri çağıran kızgın sesini duydum. sabahtan beri konuşuluyor, 'buralar tehlikeli, açığa gitmeyin' diye. akıllı uslu kaç yaşında eşşek kadar insanlarız, kimsenin bunu hafife alacağını düşünmemişim. herkes toplanmaya başladı dağıldığı yerlerden. kızgınlık yerini endişeye bırakmaya başladı hızla. yüzme bilen iki koskoca adam aynı yerde debeleniyor, bir türlü mesafe kaydedip kıyıya yaklaşamıyor! iyi yüzenlerden biri, açıktakilerin -ki aslında hiç de o kadar açıkta değiller- yanına yüzüyor..
ve kıyıya dönemeyenlerin sayısı üç oluyor..

teker teker birşey yapamayacağımızı farkediyoruz. kıyıdan açığa bir insan zinciri yapıp hiç kimseyi tehlikeye atmadan onlara ulaşmayı planlıyoruz. yüzme bilenlerle istediğimiz uzunluğu elde edemeyip havluları, örtüleri, çardak sopalarını devreye sokuyoruz. herkes zincirin, denizle başedebileceğini düşündüğü bir noktasında yerini alıyor. ortalarda bir yerde, boyumu geçmeyen denizde ayakta kalmakta, zinciri koparmamakta nasıl zorlandığımı, her gelen dalgayla nasıl devrilip toparlandığımı hatırlıyorum.

ama zincir tamamlanamıyor bir türlü. son halka eksik ve biz onca uğraşın sonunda sadece birkaç metre uzağımızdaki arkadaşlarımızın gözlerindeki yorgunluğu ve çaresizliği göre göre, uzanamıyoruz bir türlü. son gayretle yüzen biri 'doksanıncı dakkada sahaya çıkıp' halkayı tamamlıyor. kıyıya çekiyoruz hepsini.

bir saat önce herbiri bir köşeye dağılmış onca insan, önce sessizce, sonra gevşeyip sohbet ederek birarada oturuyoruz. felaketin birleştirdiği insan... neredeyse boğulmakta olanların itiraflarıyla da çıkan sonuç şu: 'hırçın' karadeniz'e ilişkin bunca söz boşa edilmiyor, ama herkes nedense kendi tecrübesini yaşamak istiyor: bana birşey olmaz!

eğer kalabalık olmasaydık, eğer sakin, akıllıca ve hep birlikte davranmasaydık o gün iki genç adamı denize bırakmamız işten bile değildi. ama çoğu zaman bütün bu şartlar bir araya gelmiyor elbette ve karadeniz'de çoğunlukla bana bir şey olmazcı genç çocuklar yitip gidiyor. istanbul'un varoşlarından gelenler buralarda, fındık-çay toplama mevsiminde ailecek karadeniz sahillerine giden doğulu, güneydoğulu çocuklar oralarda... karadeniz bunu bilmeden kendi meşrebince dalgalanıyor, masum.
***
bölge insanı, karadenizle başa çıkmanın tek yolunun dilini anlamak olduğunu iyi bilir. yüz metrede değişiveren kıyının nasıl sürprizler yapabileceğini, başka denizlerde hiçbir şey olan mesafelerin karadeniz'de bir türlü aşılamayabileceğini, burada yüzme bilmenin değil aklın daha çok işe yaradığını bilir ve denizle rekabete girmez, dost olur.

yerel bilgiye kulak vermek lazım. derler ki, tsunami öncesinde deniz çekilirken turistler 'ne kadar ilginç' diye fotoğraf çekmeye kumlara koşarken, yerliler atalarının sözlerini hatırlayıp dağlara yönelmiş: 'eğer deniz çekiliyorsa büyük dalgalarla geri gelecek demektir.'
***
yarın pazar. yarın yine cümbür cemaat istanbullu deniz kenarlarına koşacak. marmara'ya, karadeniz'e, adalar'a.. karadenize gidenlerden kötü haberler gelecek korkarım yine. yanınızda yörenizde, o cevval, herşeyi yapabilirim sanan çocuklardan varsa, öğüt verme sevimsizliği pahasına engel olun. cesetlerinin yakışıklı filan olması gerekmiyor!

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: dün ordu-fatsa'da birlikte açıldığı 15 yaşındaki kardeşini denizde kaybeden delikanlı için bu yazı. her benzer olayda hatırladığım bu anının ona ya da başka birilerine faydası olacağını sanmak isterdim.

17.8.06

divân



dün gece müslüm gürses & duman konserindeydim. açıkhava tiyatrosu dolusu insan oradaydık. daha ilk anda ayaklanan kalabalık, en soğuk durmayı tercih edeni bile yerinden hoplatacak enerjideydi, ki ben ikili konseri duyduğumdan beri yerimde duramıyordum laf aramızda. beklentiyle gitmeyi sevmem bir yere ama bekliyor ve istiyor ve biliyordum: şahane olacak. öyle de oldu.

bu ikilinin biraraya gelişini kendince anlamlandırmaya çalışan bir radyo dj'yi ezbere laflar ediyordu gün içinde: "rock müzikle arabesk benzer birbirine." oysa bu iki ismi biraraya getiren, müziklerinin türünden çok bir ruh kardeşliğiydi, akşam tanık olduk bir kez daha. onları ayrı ayrı da olsa sevenler bunu iyi bilir: alçakgönüllü bir kendine güven, ezilip büzülmeden saygılı olabilme hali, yaptığı işi çok severek yapma, müziği bir ruh hali olarak yaşama ve yaşatma ve, -tamam bunu hep söylüyorum, biliyorum- tamamen kendi olma durumu.

duman için hep söylenir, onları konserde görmek gerek diye. daha önce seyrettiğim için biliyorum bunun ne anlama geldiğini. bu vesileyle müslüm baba 'nın da tv'de nasıl biraz komik bir figüre dönüştürülmeye çalışıldığını, benzersiz bir yorumcu olmasının yanında nasıl sağlam bir duruşu olduğunu gördük, o kendine özgü mizahının tadını da aldık: seyirciye soruyor: "nasılsınız, iyisiniz inşallah? iyi, iyi, bir de sizi düşünmeyelim!" eşlik edilen şarkıdan sonra da, "en az benim kadar iyi söylediniz. benim kadar iyi söylemediniz ama..."

konserden döndüğümde neredeyse elli altı sayfa yazacak durumdaydım. ama, 'görmek gerek, yaşamak gerek' deyip kesicem. haklarında çok yazılan, çok söylenen bu müzisyenlere, bu adamlara iyi bakmak gerekiyor, sarıp sarmalamak. keşke diyorum, onlar da dikkat etseler, iyi baksalar kendilerine. ruhlarına olduğu kadar bedenlerine de. gözaltlarının morluklarıyla, öksürüklerle yüreğimizi sıkıştırmasalar. bu ağır hâlleri kaldırmanın başka türlü pek mümkün olamadığını bile bile diyorum işte.

bir de konserlere gidemeyenlere duman havası estirmek üzere şunu izletelim. müslüm baba'dan bulamadık, kusura bakmayın. cd'lere, kasetlere kuvvet. son albüm için yok 'hepsi birbirine benziyor', yok 'eskisi gibi değil' diyenlere de hiç kulak asmayın. adam söylüyor işte, ötesi yok.

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: tam da aklımdan 'doğu-batı divânı'nın doğu neresinde? soruları geçiyordu, filistinli-israilli gençlerin çaldığı klasik müzik konseriyle ilgili olarak. bu biraraya gelişe lafım yok. sadece müzikten bahsediyorum ve eğer yapılan müzikse bunun da hiç azımsanacak bir soru olmadığını düşünüyorum. dün akşamsa, ayrı ayrı ve birlikte, kendiliğinden ve kaynaşmış bir divân. yönü adlandırmadan, birinden birine atfetmeden geniş mi geniş bir müzikal dünya..

16.8.06

abd'ye özgürlük!



eşeğini kaybedip kaybedip, perişan halde, kimi zaman öleyazmış buluyor insanlık.

havai fişeklerini, şimdilik durmuş görünen bombalarla dün ve bugün ölmeyen, yarın da ölmeyecek olanların hatırına seyredelim. ama duman azalıp gürültü dindiğinde, ışıklar azaldığında...

bu, bir insanlık anlayışı sorunu. bu, iktidarın kullanımına ilişkin düşünmemiz ve -hiç hafife almayın- kapımızın önünü süpürmemiz gerektiğine ilişkin milyonuncu ders. 'sapla samanın çok yakın olduğunu' hatırlamanın gerekliliği.
***
'maymunlar cehennemi' filminin son sahnesi günlerce aklımdan çıkmayıp beni kâbuslara boğmuştu. (1968 yapımı ilk filmden sözediyorum elbette. sonrasındaki tüm çevrimler, aslının taklidi bile olamamış silik kopyalardır eninde sonunda.) çocukken herşeyden çok etkilenir insan, ama bu sahne de sinemanın gelmiş geçmiş en etkileyici anlarından biridir, o da ayrı. konuyu bilirsiniz, maymunların yönetimindeki dünyaya dönen uzayaracı ekibinin, ne olup bittiğini anlama çabası... gezegenin sırrını çözmek isteyerek yasak bölgeye giren ekip, toprağa yarıbeline kadar batmış özgürlük heykeli ile karşılaşır: 'ah insanlık, bunu da yaptın mı sonunda!'
***
dünya bunca etnik kavganın içinde komşusunu boğazlarken, onca milletin nasıl bir zamkla birbirine yapıştırıldığını anlamaya çalışıyorum. onlar, duvarlarda yalnızca amerika kıtasının göründüğü haritaların asılı olduğu ülkenin çocukları. biz, duvarın arkasındaki diğerleri. diğerlerinden bîhaber milyonlar, heykelin ve kulelerin gölgesinde en büyük problemine, obezliğe çare düşünüyor.
oysa, sindirebileceğinden fazlasını yemek sağlığa zararlıdır. nokta.

"dünyanın rahat etmesi için önce abd'lilerin özgürleşmesi gerekiyor."
***
ortadoğu kendini bildi bileli yanarken, kulelerin nasıl göz açıp kapayıncaya kadar terör sembolü yapıldığını gördük. o renkli kartları alıp, ayakkabılarını çıkartıp, mahrem bildiği herşeyi bakılabilmesi için 'security'ye teslim ederek uçağa binerken, heykeli görmeyi umuyor herkes. özgürlüğün heykeli! internette 'özgürlükler ülkesinde yaşamaya hak kazandınız, hemen tıklayın!' bağırtıları çakıyor boyna, kafamıza, kafamıza.. usanmadan tıklıyoruz. yeşil kartımız olsun, çocuğumuz orada doğsun, insan yerine konsun. özgürlükten payımızı alalım kısaca.. sonra gidip 'savaşa karşı' listeleri de tıklıyoruz. bu ikisi birarada nasıl oluyor, elpençe divan durduğumuz, kucağına alsın diye binbir takla attığımız babanın yaptıklarına karşı çıkmak nasıl mümkün olacak, anlayamıyoruz.

özgürlüğün tanımını bir daha yapsak, hazır tanımların peşinden gitmeyip 'kendi', -bir daha söylemeli- 'kendi' özgürlüğünün ne demek olduğunu takkeyi önümüze koyup düşünsek.

özgürleşsek, gerçekten...

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: fotoğraftaki, bir apaçi yerlisi olan sacheen küçüktüy. şu herkesin hayalini kurduğu ödülü almayıp bunu kızılderililere destek ve ırkçılığa karşı söz söyleyebilmek için fırsat bilen marlon brando'nun yerine törene giden genç kadın.

7.8.06

doğu'nun çocukları



pagan'ın dediği gibi, donuk bakışlı kadın 'hiç utanmadan, hiç utanmadan ve hiç utanmadan piyano çalıyor!'

çaldığının 'başka tanrının çocukları' için bir prelüd olmadığını biliyoruz.

herkes olan biteni farkederken, birşey yapamazken, ya da yaptığının işe yaramadığını düşünürken, sorular hep, 'diyoruz, diyoruz, ee!' diye kendi içinde boğulup kalıyor. bm'nin hiç mi hiç duymadığı sıkıntıyı çocuklar, gençler üstleniyor: 'neden hiçbir şey yapamıyoruz?'

dostlar alışverişte görsün diye yapılan roma toplantısının sonunda patronun iki yanında, aman yanlış bir şey söylemeyelim sıkıntısıyla duran iki italyan politikacının 'kelimelerle' ne dediğini, haber kanalı italyanca çeviri yapmak ihtiyacını hissetmediği için işitmiyoruz. ortadakinin anlayışı, dilini de arkasına alıp hepimizi boğuyor.

orta amerika steplerinde bir zamanlarki kızılderili varlığı artık sadece bir tarihi kayıt, bir belgesel cümlesi. kan, tarihin dehlizlerinde çok çabuk kuruyor.

"mağaradan çok erken çıktık.!"

taa başına dönüp tertemiz başlamak gerek.

----------------------------------------------------------------------------------------------
not: 'dar zamanda taraf olmak' ve nuray mert'in hemen hemen bütün yazıları..

6.8.06

uçamasınlar!



magazini yalnızca ünlülerin baş belası bir konu ve biraz da pespaye bir durum sayıp küçümseyenleri, uçarak haber topladığını söyleyen bir programa götürmek istiyorum. konular ve yorumlardan üç örnek:

1.) tanga giymiş kadın kendi bedeniyle ilgili biraz da muzırca konuşuyor: "hiçbir kadın arkasında o beyaz izi istemez!":
"üç çocuklu bir kadın böyle giyinemez. bu laf kara bir lekedir."


2.) çocuklu genç kadının denizde sevgilisiyle görüntüleri:
"eski kocası ne diyecek? bu kadının çocuğunu bırakıp orada ne işi var?"


3.) sevgilisiyle ayrı evlerde yaşamak istediğini söyleyen şarkıcıya, cinsel tercihine ilişkin imaları da eksik etmeden:
"senin kutsal evlilik kurumuna ilişkin bunları söylemeye ne hakkın var.."

tehlikeli sular bunlar.

çocuklarını, eski/yeni eşlerini, ailelerini, arkadaşlarını, seyircilerini/dinleyicilerini sözü geçenlere karşı kışkırtmak için dişlerini, tırnaklarını bileyleyip konuşurken bu adamlar, ahlak bekçiliğine soyunup destursuz dalarken bütün hayatlara, sadece onların değil herkesin hayatına dalarken, bu pervasızca saldırı sadece bir magazin saçmalığı olarak kalmıyor işte. çocuklar bu adamları dinliyor, kadınlar yanlış yaptıklarını düşünüyor vicdan azaplarıyla başbaşa, birileri güç topluyor böyle böyle. "biz burada konuşmaya başladık, kimse artık öyle rahat rahat tangaları giyip dolaşamayacak bundan sonra!" diyor adam.

bunlar ve diğerleri, asıl kendileri rengi belirsiz lekeler olan bu izansız adamlar/kadınlar hiç de o kadar 'bırakın konuşsunlar' hafifliğinde değil çoktandır. eli yükselttikçe yükseltiyor, toplum mühendisliğine soyunuyor, boyna kurcalıyorlar inceden inceden. programında başını açtırttığı kadının öldürülmesi birisinin sadece tatil yapıp büyük kanallardan birine dönmesiyle ödüllendirildi. en eski vukuatlarından biri, çocukça 'çişim geldi' diyen şarkıcıyı neredeyse linç ettirip memleketten kaçırmak olan ve kaptan olduğunu iddia eden bir diğeri epeydir söz ötesi.. ama ne hikmetse yılmaz güney'in bir dakikalık görüntüsünü yayınlayacak diye neredeyse börekler açıp koşuyor millet programına, abi abi diyerek..

omurgasızlık.. ah en fenası...

boyna türk insanının ahlakı, kutsal kurumları, kadını, şuyu buyu diyen, ensest rakamlarını, çocuk tacizlerini de örfü adeti koruma bahanesiyle hasır altı edenlere bir de müjde verelim: internet arama motorlarında çocuk pornosu arayanlar listesinde türkiye dünya ikincisi!

büyük kutsal ailemize hayırlı uğurlu olsun.

-------------------------------------------------------------------------------------------
not: fotoğraf, hindistan’ın madhya pradesh eyaletindeki khajuraho tapınağından.

5.8.06

sözün sahibi olmak



okulda, sıkıldığımız derslerde birbirimize bişeyler yazıp dururduk. hafızada kalan şiirler, cümleler, düşünceler... bir gün arkadaşım, yazdığım bir cümlenin benim olup olmadığını sordu. 'bilmiyorum', dedim. gerçekten de bilmiyordum. benimsemiştim, benim kılmış, söylemiştim. ona, "evet dediğimiz her söz bizimdir" diye yazmışım. şimdi o kağıtlara baktığımda, kendimizi ifade etmek için debelendiğimiz çağlarda bütün o kelimelerin nasıl birbirine karışıp yelken olduğunu, bizi bazen kıyıya, bazen açıklara götürdüğünü daha iyi görüyorum.

yıllar, insana sözün de aslında o kadar değerli birşey olmadığını anlatıyor. 'olmanın', sözden geçebildiğini kimi zaman, ama onu da geçmesi gerektiğini.. bu sesler bu ağızlardan çıkmaya başladığından beri kaç milyon yıl geçtiğini hatırlayıp, hiçbirinin bizim olmadığını bilmek ürkütücü gibi, ama daha çok rahatlatıcı.

hiçbiri benim değil, hepsi benim...

hafızası güçlü biri olarak hemen her sözün kaynağını hatırlamaktan yorgunum. ister bir kitaptan, eski bir arkadaştan, ister bir magazin kişisinden duyayım, hele de önemsediysem unutmam mümkün değil. konuşurken içsesim dipnot yapar, çok yorucudur. yazarken ayrı zorluk. ille de bir lafı ilk duyduğunuz kişinin adını zikretmek gerekmiyor, yazıyı dağıtıyor kimi zaman, gereksiz oluyor, şu bu.. bu yüzden çokça tırnak işareti kullanıyorum, kendimi rahatlatmak için, hatırlamayı yeterli bularak..

ama yine de, aslında sözün ilk sahibi kim, kim bilir? söz, alıp başın üstüne konursa ve hayatın bir parçası olursa sözdür, senindir.

esoterik konularla ilgilenenlerin bu en dünyevî meseleye (mülkiyete) kafalarını takmaları da ayrı konu. ilhan irem, inzivasından sanırım bir kez 'ışık ve sevgiyle' sözünün kendisine ait olduğunu ve kullanılamayacağını söylemek için çıkmıştı. lafları, meselleri, teorileri bayrak edinenler, dillerinden hiç düşürmeyenler, söze dökmeden sessizce yaşayanların yanında şişkin egolarıyla sırıtıyorlar.
***
merhaba deyip bu yazılardan haberdar etmek istediğim bir eski arkadaş, yazılarımdaki bir cümleyi ondan duyduğumu ve izin almam gerektiğini yazmış gülleleştirmek için uğraştığı kelimelerle. geçenlerde, 'onları tedirgin etme pahasına eski arkadaşlarınızı arayın, aklınıza düştükçe!' diye yazmıştı bir gazeteci. bunu kimi zaman bedelini ödeyerek yapan benden bir ekleme: onların, tedirginliklerini demir bir gülle yapıp kafanıza fırlatmalarına izin vermeyin. öyle de olsa, yaptığınızın yanında, arkasında durun, pişman olmayın.

bu yazı pişman olmamak için yazıldı.

------------------------------------------------------------------------------------
not: bu konu doğal olarak telif, açık kaynak benzeri başlıklara doğru açılıyor. sonraki yazı vikipedi üzerine olacak: 'maddenin sahibi olmak'.

4.8.06

ben evimi özledim
ama evim neresi bilmiyorum..

2.8.06

adı: duygu



özgürsünüz.
gücünüzü bilin.