16.10.06

çekelim, sonra bakarız..



kimbilir kaç japonun duvarında tramvayla birlikte suretimiz geziniyor..

...diyordum epey zaman önce. daha cep telefonları fotoğraf çekmiyordu, dijital makineler bu kadar yaygın değildi. sapıkça habire kaydetmek sadece japonlara özgü bir hastalık gibiydi. şükür allahıma, hep birlikte her an her şeyi kaydedecek muasır medeniyet seviyesine bir adım daha yaklaştık. bir meşhur kişinin söylediği gibi, 'ah o cep telefonuna fotoğraf çekme işlevini yükleyeni bir elime geçirirsem...'

birkaç saatliğine hasbelkader aynı masada oturduğum, bir daha yüzünü görmeyeceğim birileri fotoğraf çekmeye, ya da kamerayı burnumuza dayamaya kalkınca huysuzluk ediyorum, hiç çekinmeden. açıklama hazır: 'hatıra için!' eğer hatırlayacaksan zaten hatırlarsın, değilse böyle hatırlamasan da olur! ayrıca hatırlanacak birşeyler için o kamerayı indirip bakman ve görmen gerekmiyor mu? benzer bir durumda yüzümü kızartan pakistanlı kadına da selam gönderiyorum içimden. 'neden çekiyorsunuz fotoğrafımı?' demişti? 'neden?'
***
ilk yurtdışına çıkışımda, bütün gün dolaşıp eve döndüğümde, eyfel'e de gittiğimi öğrenen arkadaşım 'fotoğraf çektin mi?' demişti. 'aferin, bir sen eksiktin, sen de çektin mi? günde kaç bin tane fotoğrafı çekiliyor o kulenin, biliyor musun?' hafiften burulmuştum. marifet sanmasam da, böyle de yaklaşmamışım konuya.. anlamam için çok zamana ihtiyacım olmadı.. birkaç gün sonra bu kez eyfeli uzaktan gören bir meydanda, gözünde kameralarla otobüsün ön kapısından inip üç-beş dakika sonra arka kapıdan binerek çekip giden turist ırkından insanları gördükten sonra makineyi evde bırakıp çıktıydım sokaklara.. o fotoğraflara yıllardır bakmadım, ama kulenin tam altında durup yukarı bakarkenki görüntü ve hissiyatım taptaze. aşinayım sandığım 'şeyin' nasıl bu kadar yeni ve heyecan verici olduğuna şaşırmıştım. fotoğrafla (ne de yazıyla) iletilemeyen, kimsenin kimseye aktaramayacağı, biricik olan..

şimdi, bu konularda sontag ve barthes gibilerin yazdıkları aklımdayken fotoğraf üzerine ahkâm kesecek değilim. derin ve dallı budaklı durumlar söz konusu. üstelik onlar bu yeni yeni hâllere ne derdi acaba diye de deliler gibi merak ediyorum. oysa ben işin en basit noktasına, en başına dönmekteyim gün geçtikçe. kızılderililerin, fotoğrafın ruhları hapsettiği inancını giderek daha çok hatırlar oldum. yoksa fotoğraf çekmişliğimiz de var sokak sokak dolaşıp, nasıl zevkli bir şey olduğunu bilirim. albüm bakmayı da severim, kaybolan çocukluk fotoğraflarımı hatırlayınca da hâlâ içim sızlar. ama, konsere gidip sahneye değil de iki saat boyunca telefonunun ekranına bakanları; karşısına çıkan camiyi, çeşmeyi, şunu bunu, yanındakiyle konuşmasını bile kesmeden bir buçuk saniyede kaydedip yoluna devam edenleri; güneşin batışını değil de güneşin batışını fotoğraflamayı yaşayanları anlamamı kimse beklemesin.

'desinler diye yaşıyoruz' güzel laftır, bu durumlara da uyabilir küçük bir düzenlemeyle..
***
sperm yumurtayı döller döllemez fotoğrafını çekmeye başladılar ya sabi sübyanın, bir de onu elden ele dolaştırıp, albümlere filan koyuyorlarmış.. yok neyse ki bizim böyle eşimiz dostumuz da, duyuyoruz. bu filmlerin ana karnındaki bebelere ne yapıp ne yapmadığını da bir ara anlatırlar bize belki, ilerlemiş teknolojinin yardımıyla. sonra da ona çare bulacam diye uğraş dur..

bir muhabbet sırasında söz açılıp da, bu 'en ilk fotoğrafı çekme' yarışıyla ilgili aklımıza gelenleri esirgemezken, bir arkadaşımız, 'ya işte her teknolojik yenilik böyle tepkiyle karşılanmış zaten tarihte' dedi. benim tepkim teknolojiye olmasa da, doğru elbette. ama bu yuvarlana yuvarlana giden gemide, her kurulan masaya yumulmayı, iştahın değil arsızlığın göstergesi olan bu hâlleri biraz açığa vurabiliriz değil mi? durun bir sakin olun, diyebiliriz en azından.