27.1.06

vegetable woman



zerzevat adam

sarı ayakkabılar içinde hüzünlüyüm
sokaklarda dolaşsam da plastik ayaklarımla
mavi kadife pantolonumla kendimi iyi hissederim
ve pis bir kokusu var mavi kadifenin
paisley gömleğimle bir serseri gibi görünürüm
ve turkuaz yeleğim yok olmuş neredeyse
ama of, saç traşım öyle berbat ki
zerzevat adam, nasılsın sen?

kıyafet değiştirdim sevgilim ve buluyorum
üstüm başım için son moda bir şeyler
ve pantolon ve çoraplarım hepsi bir kutuda
naylon çoraplarımdan daha uzun da değiller
saat, siyah saat
siyah kadranlı saatim
ve büyük bir düğme, küçük bir delik
tüm sahip olduğum budur işte
üstüme giydiğim, senin gördüğün
ben olmalıyım bu, ben neysem o işte
zerzevat adam.

her tarafta kendim için bir yer bakınıp durdum
ama yok öyle bir yer, yok öyle bir yer

zerzevat adam, zerzevat adam
öyle cins biri ki o, gör onu görebilirsen
zerzevat adam.

syd barrett


türkçesi: hilmi tezgör
roll dergisinin 100. sayısından alınmıştır.

25.1.06

kendine göndermeler



ağustos ortasında bu sayfalarda yer alan kar yazısı, geçen sene bu zamanlar yazılmıştı. o zaman yazmasaydım, şimdi yazardım. ama başka şeyler de yazardım herhalde. her sene yolları kapanan ve hastaları, gebe kadınları yollarda telef olanların tv'de günlerdir bir kıyamet haberiymişçesine verilen kar haberlerini izlerken nasıl küfrettiklerini meselâ: hay sizin de... istanbulunuzun da...
***
aslında bir kehanet değildi yıldız! yazısındaki, görünen köyün kılavuza ihtiyacı yoktu. yine de, bir ay bile geçmeden oluverince bi buruluyor insan. bir yandan da, 'kol kırılır yen içinde kalır' mantığıyla davranan tv dünyasının dümenlerinin açığa vurulmasından, reyting çarkından rahatsızlık duyanların iki çift laf etmelerinden memnun olunuyor. yeterli koltuk konulmadığı için programını bırakan yıldız, 'bizim örfümüzde konuklarını iyi ağırlamak vardır.' diyor. oturmasınlar, göbek atsınlar, reyting getirsinler diye oturacak yer vermeyenlerin, (maalesef öbür adamın meşhur ettiği bir lafla) yatacak yerleri yok..
***
teoman'ın albümünde 'iki çocuk' diye bir şarkıya konu olan erdal eren'in başka fotoğrafı yok sanal ortamda. kapı aralığında, kabanının içinde öylece duran o çocuğa bir kez daha bakalım. 'asmayalım da besleyelim mi?' lafının bu çocuk için söylendiğini de hatırlayarak.
***
2005 yılında bloglarda en çok aranan kelime 'gamze' oldu. ne demişler, ilk taşı günahsız olan atacak. 'düşmüş bir kere internete, bir de ben baksam n'olur ki?' diyenlere, 'hiçbir insanevlâdına bu kadar eziyet yapılamaz!' diyen kızın titreyen elleri bir şey söylemediyse bir de munch'un tablosuna bakmayı önerebiliriz.
***
vapurlarda martılara simit atmada ciddi bir artış var. sebebi ise şu: simitçiler, 'martılara simit' diye satış yapıyorlar. ne güzel, martıları doyuranlar çoğaldı diye sevinmekle, bunu da satış için kullandılar ya, pes! demek arasında gidip geliyor insan. herşeyin çok çabuk unutulmasının, birilerinin hep zeytinyağı misali üstte kalmasının belki küçük ama mide bulandırıcı bir örneği olarak önemli; hafıza da, âdil olabilmek için gerekli. yakın geçmişe bir bakalım. şuraya ve şuraya...
***
bir genç kadın, bloğunda, 'hâlâ topuklarımın çıkardığı sesten rahatsız oluyorum, henüz gerçek bir kadın olamadım.' diye yazmış. sevimli bir itiraf. ama yorumlar aynı sevimlilikte değil. 'sesten rahatsız olanlar düşünsün!'.
demişim ya, sorun sadece ses değil, topuk da zavallı bir araç. dişlerini sıkan bir arkadaşıma dişçisi 'bağır çağır. onların hiç böyle problemleri yok.' demiş. hep beraber bağıralım, rahatsız olanlar düşünsün!

21.1.06

modernimben evliyimallahaşükür



kadınların evlendikten sonra kendi soyadlarını da kullanabilmeleri söz konusu olduğunda bir kadın kazanımı olarak epeyce heyecanla karşılanmıştı hatırladığım kadarıyla. hoş o zaman da, 'niye sadece kendi soyadımı kullanamıyorum canım!', ya da 'ya babanın, ya kocanın soyadı, yeni bir soyadı seçemez miyim yani?' diyen aklıevveller çıkmıştı elbet. ama genel eğilim bunun bir kazanım olduğu yönündeydi; isteyen yıllardır birlikte varolduğu soyadını da sürdürebilecekti işte, fena mıydı? böyle konuların hiç nüfuz edemediği hayatlar çoğunlukta memlekette, bunun konuşulmadığı, konuşmaya cesaret bile edilemeyen ilişkilerle dolu çevremiz. gerisinde midir, ilerisinde mi bilemem, ama yasalar kimi zaman hayatın çok dışında bir yerlerde duruyor. yıllar önce bir sohbette genç bir kız, 'canım tabii ki kocamın soyadını alıcam, yoksa niye evleniyorum ki!' demişti, hayretle ve gayet net biçimde. ona kendi soyadını da kullan demek, tıpkı birilerine kocanınkini dayatmak kadar anlamsız.

önceleri pek radikal bir seçimmiş gibi duran bu kullanım, şehirlerde hızla yaygınlaştı. ve... ne oldu görüyor musunuz? ya da şöyle demeli, siz de benim gördüğümü görüyor musunuz?

iki soyadı, yüzükten daha baskın bir evlilik işareti oldu bana kalırsa. çalışan kadınların, kullandıkları her türlü matbuatta, tabelalarda, kartvizitlerde, yazışmalarda bitmez tükenmez iki soyadını birden kullanmaktaki ısrarları göz yaşartıcı. kendilerini tanıtırken de ihmal etmiyorlar üşenmeyip. yazının başlığındaki ses hep bir altmetin olarak bağırıyor. 'hiçbirşeyden geri kalmam, statükoyu da sürdürürüm'. çoğu zaman olduğu gibi, biçim amacın önüne geçti ve kastedilenden çok başka bir şeye hizmet etmeye başladı.

ama bütün bunların görünür ve tartışılır olabileceği ortamlardan yoksunuz. feminizmin söyledikleri de diğer politik söylemler gibi kum fırtınalarının altında kaldı. kadın meselesi mutlaka ve hatta sadece kadın-erkek parantezinde konuşuluyor. pardon konuşulmuyor, geyiği yapılıyor. dayak bile bir geyik ve daha beteri bir magazin konusu olup çıktı. formüller yerli yerinde: çalışan kadın özgür, dayak yemeyen neredeyse erkeğine teşekkür edecek. en babayiğit geçinenler, bitmez tükenmez bir bulaşık-çamaşır yıkama tartışmasının içinde yuvarlanıp gidiyorlar. herkes modern hayatın yüzeysel tanımlarında buluştu. sen sağ, ben selamet...

sen de gelmiş, 'kadının asıl cebelleşmesi gereken evlilik kurumudur, görünür ve saygıdeğer olmak için ille de içinde olması dayatılan bu sistemin aslında mahkûmu iken, bekçisi ve savunucusu olmayı sürdürmesi trajiktir!' diyorsun!

-------------------------------------------------------------------------------------
not: bu arada birçok kadının yalnızca isimleriyle varolmayı seçtiklerini, 80'li yıllarda türk feministlerinin çoğunun soyadı kullanmadıklarını da ekleyelim.

14.1.06

yanlış hayvan: insan



"koltuklarımızda uyuklayan evcil hayvanla, gözümüzden uzak olmasını istediğimiz için kesimini gizli kapılar ardında yapıp, üstelik mikroptan arıttığımız, nesneleştirdiğimiz hayvan arasında anlaşılmaz bir kopukluk var. mezbahalarda ve hayvan yetiştirmede ortaya çıkan teknik yenilikler bizi öyle sanal bir dünyaya yerleştirdi ki, ölümlülerin çoğu, hayvanı artık etten kandan yapılmış canlı bir varlık olarak düşünemiyor. eskiden bir hayvan kesilirken çocuklar önce çığlıklarını işitiyorlar, ardından hayvanın çırpınmasını görüyorlardı, artık yediklerini bir canlı varlıkla birleştiremiyorlar. sanayileştirilmiş çiftliklerde yetiştirilen hayvanların çektiği acılara gittikçe duyarsızlaşma eğilimine, bu bilinçdışı acımasızlığa karşın, bir yandan da gün geçtikçe hayvanı insanın kurbanı saymaya başlıyoruz, eskiden böyle bir şey hiç görülmemişti."
(...)
"insanları iyileştirmek için ortaya konan buluşların hayvanlara uygulanmasını din adamları uzun süre yasakladılar. ünlü hekim hipokrat da insanlara özgü kutsal hekimlik sanatından hayvanların yararlanmasına yanaşmıyordu. ancak 18. yüzyılda, 'üstün' varlıklar için toplanmış bilginin 'aşağı düzeydeki' varlıklara uygulanmasının göze alındığı dönemde veteriner okulları açılmıştır. bunlar, hatırı sayılır sayıda atın ölümüne yol açan, insan sağlığını da tehlikeye düşüren salgın hastalıklarla başedebilmek amacıyla açıldılar."
(...)
"kimileri, ne teni, ne tini bize benzeyen hayvanlarla aramızda koskoca bir uçurum bulunduğunu düşünür. dolayısıyla, sözü ve silahları elinde bulunduran, insan adaletinin önüne dikilme tehlikesine düşmeden, bunlardan yoksun varlığı sömürme ve gebertme hakkına sahiptir. bir topluluğu ortadan kaldırmak istiyorsanız, süreç çok yalındır: toplumsal alanda, özellikle kimi mesleklerle uğraşmasını yasaklayarak, onu kolay zarar görecek hale getirirsiniz, sonra aranandan daha az kavrayışlı olduğunu gösterirsiniz, en sonunda da hani şu zararlı denen -insanda tiksinti uyandıran- hayvanlarla, sıçanla, yılanla ya da tilkiyle arasında benzerlik kurarsınız, o zaman bu insanları ortadan kaldırmak 'ahlaka uygun' olur. kısacası, öteden beri hayvanlara duyduğumuz sevgi ya da nefret öbür insanları dışlamamıza yaradı."

"aynı biçimde, hayvanlarla ilgili bulguları ortaya çıkardıkça, insanın yazgısı da daha kalın çizgilerle belirlenmiş oluyor. hayvanların da bir tarihi var, ama bu tarihi kendi duygularımızla, kafamızdaki tasarımlarla yazıyoruz. hayvanların tarihi, çağa ve yere göre değişen bakışımızın tarihi kısaca. gerçekse başka yerde. hayvanların zihinsel dünyalarında..."

hayvanların en güzel tarihi

t. iş bankası kültür yayınları


------------------------------------------------------------------------------------
not: epeydir düşünüp, biraz bişeyler yazıp bıraktığım konu, hem kuş gribi, hem de kurban bayramı nedeniyle kaçınılmaz oldu. biraz göz gezdireyim derken, 'adamlar söylemişler işte' deyip hepsini bir kenara attım. 'yok insan düşünen hayvandır, konuşan hayvandır' diye sürekli farklılaştırmaya çalışanlara şahane bir tanımı da hatırlatmadan geçemiycem: 'insan, hayvan olmadığını sanan tek hayvandır.'
not:
bu vesileyle alttaki yazıya ek bir mağara resmi kullanmaktan da mutluluk duyduğumu söylemeliyim... :)

10.1.06

otoportre



doğrusu, kocaman bir picasso afişinin haydarpaşa garının pencerelerini de kapatacak biçimde asıldığını gördüğümde içim bir cız etmişti. nedense, o pencerelerin arkasında çalışanların ve güzelim gar binasının küçümsendiğini düşünmüştüm. gar ve çevresiyle ilgili projeleri ve daha önce binanın hiç böyle giydirilmediğini de hatırlayarak. duyuru ve haber bombardımanı sürüyor, millet akın akın picasso'ları görmeye gidiyor. yine büyük laflar: 'türk insanının resim açlığı', 'orijinali görmenin önemi', 'kültür varlıklarına ulaşmakta fırsat eşitliği', 'picasso sendromu'.
şeytan da beni ordan burdan dürtüyor.
***
sendrom, adı üstünde pek sağlıklı bir şey değil. maksat 'orada' olmak, 'o' sergiyi izlemek. bakınız; kitap fuarları, film festivalleri. bakınız; istanbul modern'in kafeteryası.
***
müzelerin hayatı reddeden, fosilleri yücelten bir çağrışımı var. floransa'nın en büyük müzelerinden birinde geçirdiğim iki saatin sonunda, turist kalabalıklarının yanından koşarak kaçıp kendimi sokağa, sokak çalgıcılarının yanına atmıştım. yıllarca kitaplarda küçücük gördüğüm resimlerin bir salon büyüklüğünde olmasından etkilenmiştim elbette. ama, cenazelerin önünden geçen kortejleri hatırlatan kalabalığın içinde önce kendinle, sonra duvardakilerle yabancılaşmak kaçınılmaz.
***
odamda asılı olan, kötü kağıda, berbat renklerle basılmış bir posterine yıllarca baktıktan sonra, resim heykel müzesi'nde aslını görüp vurulduğum bu resimle anlamıştım 'orijinal'in ne demek olduğunu. şarabın kırmızısı ile avni lifij'in kendine mi, bize mi baktığı belli olmayan kısık gözlerini görmek için müzeyi bir ziyaret etmek gerek. ama garantisi yok! binlercesi depolarda üstüste duran resimlerin arasında mı, yoksa duvarlarda mı, artık şansınıza!(*)
ısı ayarı hergün picasso vakfı'na bildirilen picasso sergisindeki gibi üşüyüp üşümeyeceğinizi de bilemem. ödenekler bu yıl nasıl bir ısınma öngördüyse artık!
***
resimler sandıktan çıkarılırken holdingin başındaki hanımefendi gözyaşlarına boğuldu, gördük. ben de ağlamak istiyorum sayın seyirciler!
***
picasso'nun arkasından rodin sergisi geliyormuş. elbette röprodüksiyonlar. paris'teki rodin müzesi'nde bile aslına uygun kopyaları yer aldığına ve herkes de onları rodin yontmuşçasına izlediğine göre, bu normal. demek ki neymiş, bazen orijinal niyetine kopyalar sergilenebiliyormuş. gerçek dediğin nedir ki!
***
bana gelince. picasso'yu sevmem. sanatın kutsallaştırılmasından da hoşlanmam. kenya sokaklarında bir saatte oyuluveren ahşap heykelciklere rodin'inkiler kadar hayranlık duyarım. en şahane resimlerinse mağara duvarlarına çizilenler olduğunu düşünürüm. bir onların, bir de onlara en fazla yaklaşanların resimlerinin. yani çocukların ve şizofrenlerin.
***
..........
..........

-------------------------------------------------------------------------------------
(*) resim heykel müzesi'nde yaklaşık 8000 parça var, bunların 150 tanesi sergileniyor.

not: ben bunları düşünürken karman çorman, tv'de 'woody geldi, klarnet hatırlandı' başlıklı haberde hüsnü şenlendirici, o dopdolu salonu kıskandığını söylüyordu. onlar orada olmak için gittiler, klarnet dinlemeye değil, hüsnü kardeş. takma kafanı, sen çalmana devam et!

6.1.06

frenk lokması ile elmasiye



Alafranga ve alaturka nefis yemekler
İyi bir ev kadının refiki gayri mufarıkıdır

Muharriresi: RABIA

Her hakkı mahfuzdur
Mühürsüz nüshalar sahtedir
İstanbul: Milliyet matbaası, 1929

Başlarken
Her asri kadının bilmesi lâzım olan alaturka ve alaffranga yemek ve tatlılardan bahseden bu kitabı vatanıma bir hizmette bulunmak için ve vatandaşlarımın da daha büyük bir heves ile yeni harfleri çabuk öğrenmeleri için yazdım. her kesin anlayabileceği tarzda yazılmış alaturka ve alafranga yemeklerine ait bulunmak üzre kitapta her gün için ayrı ayrı birer tabahat* dersi vardır. Büyük ve küçük hanımfendiler, zevcinizi ve yahut pederinizi memnun etmek isterseniz bu fırsattan istifade ediniz; çünkü tam manasile bir taşile iki kuş vurmuş olacaksınız, yani iki ders bir arada yapmış olacaksınız. Hem harflere alışmış, hem de fevkalade yemek pişirmeğı öğrenmış olacaksınız.

Rabia
İstanbul 7-1-1929


-----------------------------------------------------------------------------------
belgnest (frenk lokması)
bir komposto kaşığı şeker - bir bardak su - bir ceviz kadar tereyağı - 2 yumurta - 20 dirhem un. su ile şeker ve yağ kaynar iken bir az su ile karıştırılmış un içine döküp koyulaşıncaya kadar hep karıştırarak pişirmeli; bir az soğuduktan sonra içine bir kahve kaşığı baking pauder (maya tozu, büyük bakkallarda satılır) serpmeli ve yumurtaları dahi kırıp iyice karıştırırsınız. bundan birer kahve kaşığı kızgın yağın içinde kızartıp tabağa dizdikten sonra üstüne vanilyalı şeker ekmeli; bu hamuru yoğurur iken içine şeker konmadığı taktirde kızarttıktan sonra şurup içine batırılır.

Elmasiye
15 yaprak celatina (bakkallarda bulunur) - 150 dirhem şeker -3 bardak su ile bir az da döğülmüş yumurtanın yalnız akı, hepsini kaynattıktan sonra bir tülbentden geçirmeli; bunun içine yarım bardak portokal suyu karıştırmalı ve badehu* bir kalıbın (forma) yarısına kadar dökmeli üstüne de portakalın dilimlerini dizmeli onların üzerine de kalan elmasiyeyi döküp kalıbı doldurmalı.
Soğuk bir yerde bırakmalı; durduktan sonra bu kalıbı pek sicak suyun içinde bir dakika kadar ısıttıktan sonra bir tabak içine çevirerek çıkarmalı.

-----------------------------------------------------------------------------------
not: bloglar arasında en çok ziyaret edilenlerin yemek tarifi verenler olduğu malûm. listenin başındaki blogu da çok başarılı buluyorum laf aramızda. ama, bana gazete köşelerinin lokanta tanıtımlarının, yeme içme tariflerinin bir devamı gibi gelen, 'hadi bugün de bir yemek tarifi vereyim'li bir modaya dönüşen bu durumu da garip buluyorum. 'nedir bu açlık, herkes sürekli yemek yapıp yemek mi yiyor' diye düşünürken bir kitap geçti elime. giriş yazısı ve biri alafranga, diğeri alaturka iki tarifle birlikte işte ben de modaya uydum!

* tabahat: aşçılık
* badehu: ondan sonra


-----------------------------------------------------------------------------------
fotoğraf: emine ceylan/buğday tarlası