18.12.06

satır araları



şov ille de devam etmek zorunda filan değildir!

yok, babam öldüğünde de sahnedeydim, eller havaya beklemez; yok, karım doğururken yanında değildim, sevgili okurlarım benden imza bekliyordu; yok, çocuğumun yılsonu gösterisine gidemedim çünkü japon işadamlarına ortaklık kakalamaya çalışıyordum...

işi, ticareti ve de aslında parayı hayatın merkezine koyanların kendilerine kılıf geçirme çabalarından ve de amerikan mottosu "the show must go on!" ı atasözüymüşçesine, içleri kan ağlıyormuş gibi tekrarlamalarından illallah..

ki aileyi, çocukları hiç dillerinden düşürmeyen de onlar, kutsallık nutukları atıp her türlü özgürleşme çabasını bir saldırı olarak görenler de.. yalan dolan!
***
ki alın size bir örnek daha.. üç yıl boyunca, aman seyircimizden tepki görürüz diye kadının yatak odasından içeri adım attırmayanlar, şimdi aynı seyirciyi ahlaksız teklif dedikleri şeyle şoke edip memleketi konuşturmak ve bu sefer de voliyi buradan vurmak için proje yapmışlar. herkes bunu konuşuyor, hatırını sormadan bu konudaki fikirlerini merak ediyor. ahlaksızlık mı? sadece yatak odasında ve belin aşağısında mı?
***
güzel ansiklopedi vikipedi'de mecidiyeköy maddesi yazmıştı biri: "cevahir alışveriş merkezi'nin bulunduğu semt!" şimdi... o arsanın kamu malı olup birilerine peşkeş çekildiğini, o bölgenin böyle büyük bir merkezi taşıyacak planlamaya sahip olmadığını, yapımı süresince sürüp giden kimin eli kimin cebinde tartışmalarını hatırlatsak neye yarar ki? mecidiyeköy'ün yerine koyuyorum kendimi, ruhum sızlıyor: "ne yani ben daha önce yok muydum?"
fare dağa küsmüş modeli protestolarım vardır, kişilere, mekânlara ya da durumlara karşı.. yok saydığım, vitrinde yaşayanların bu yeni tapınağına birkaç ay önce iş için uğramak zorunda kaldığımda, caddeye açılan binlerce merdivenin yanına bir tane bile rampa yapılmadığını gördüğümde niye şaşırmadım acaba? temizlik görevlisinin yardımıyla koca arabayı merdivenlerden indirdim, bir daha da allah uğratmasın diyerek arkama bakmadan uzaklaştım.

boşluktan aşağı uçan delikanlı, merdivenlerden yuvarlanan küçük kız çocuğu, hırsız olduğu şüphesiyle dayak yiyen bir diğeri, kalp krizi geçirerek ölen güvenlikçi.. görünen kurbanlar.. hayatımızı nelere ve kimlere nasıl teslim ettiğimizi sorgulamadan vitrinlere koştukça, görünmeyen cezaları, bilinmedik kurbanları önemsemedikçe onlara ağlamasak da olur. kanlar silinir, geçerken konuşacak şeyiniz olur, "aa, bak tam burdan yuvarlanmış!"
***
annem, sabah evden çıkarken akşama ne yemek istersiniz diye sorardı küçükken. genellikle aldığı cevapsa 'farketmez' olurdu, 'ne istersen onu yap'. bunun iyilik olduğunu sanırdık, onu kısıtlamamanın.. oysa o kısıtlanmak istiyordu, asıl zorluk ne yemek yapacağına karar vermek. gerisi kolay.
yani demem o ki, benim de size sorasım var. bir faydası olmayacağını da biliyorum oysa, çünkü masanın başına menemen diye oturup fırın makarna ile kalkıyorum genellikle, üstelik hiç yazmasak da olur. bütün o reklam filmleri, binlerce forum, bunca gürültü olmasa da olur.
***
şov ille de devam etmek zorunda filan değildir!

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: resim, james ensor'dan..

5.12.06

töre?



trt'de bir sohbet programında sıla dizisi bahanesiyle töre konuşuluyordu geçenlerde. ben rastgeldiğimde dizinin yazarı/yönetmeni, sunucuya ayar vermekle meşguldü, biraz da şaşkın. 'diziyi seyretmemişsiniz, seyretseydiniz böyle sorular sormazdınız bana.' insan bu durumda biraz dürüstlük bekliyor, ama boşuna.. seyredilmediği gün gibi aşikâr, ama laf çevriliyor.. bildik genellemelerle ezbere sormaya devam.. sonra dizinin oyuncularından birine, karakteriyle ilgili olmadık bir yakıştırma yapınca bir cevap da oradan alıyor: 'ama siz dersinizi hiç çalışmamışsınız ki..' sunucunun yerine -ki psikolog ve öğretim üyesi aslında- yerin dibine battığımız bu durumda ikinci seçenek stüdyoyu terketmek olabilir. ama elbette, her zaman bir üçüncü seçenek vardır. karşınızdakilerin anlayışsız ve sert olduklarını ima edersiniz, bir de bahane geçmiş olur elinize: 'ben soru sormaya korkuyorum, siz anlatın, ben sormadan..' ve üstten bakışınızı, bilgiç tavrınızı sorgulama ihtiyacını hiç duymazsınız.

böyle detaylı anlatmamın amacı dedikodu yapmak değil, tam da bu konuların ele alınışını açıklayan iyi bir örnek bence. daha dizi başlayalı iki hafta olmuştu ki, aslında aklı başında işler yapan biri, 'işte tam genç kızların rüyalarını süsleyen bir konu. ağa, kötü de olsa aşk diye peşinden giderler, herşeye katlanırlar..' diyordu yine bir programda. dizinin anlamaya ve kavramaya yönelik çabasını bir tarafa bırakalım -ki bu sadece bir dizidir- bu tür yorumlar bana, şu pek yaygın misyonerce yaklaşımın bir göstergesi gibi geliyor fena halde.

meseleye sadece bir laboratuvar çalışması gibi yaklaşıyor, orada süregelen hayatı hiç merak etmeden ahkâm kesip duruyorlar: 'kadınlar öldürülmesin, kızlar okula gönderilsin, töre sona ersin!'
peki, başüstüne..

kapılarına gelen şehirlileri kıramayıp kızlarını okula gönderen babalar, birer birer alıyorlar okuldan, yalnız kalıp hayat normale dönünce. hayatı sayılara indirgeyen anlayış, ilkini başarı, ikincisini başarısızlık diye yorumluyor. bu kadar basit mi gerçekten?

ben bilirimci düşüncenin her yere destursuz dalabilme fütursuzluğu.. kendi ezberini dünyanın gerçeği sanan zihniyetler... misyonerlik sadece afrika'ya giden avrupalının tekelinde değil, istanbul'da yarım saat ötedeki mahallede deneyimlemek mümkün. 'aa, ne töresi canım, hangi devirde yaşıyoruz!'

töre, gelenek, din.. herkes bir tarafından ve istediği açıdan okuyup kategorize ededursun, birbirinden çizgiler çekerek ayrılamayacak kadar içiçe ve insanlığın en eski kavramlarını böyle iki cümle, bir tv programı, bir buçuk kampanya ile 'temizlemeye' soyunmanın tehlikelerinden de söz etmek gerekiyor biraz. sıla'da istanbullu kız, 'kurtarmaya' çalıştığı insanlar ölüverince onun yüzünden, şaşkına dönüyor. yaa, bunu hiç düşünmemiştiniz di mi?
ruanda katliamı, avrupalı misyonerlerin yıllar ve yıllar boyu altını ince ince oydukları etnik meselelerin hiç de ummadıkları şekilde sonuçlanmasıdır. gelmekte olan felaketi farkeder etmez müdahale etme imkânlarını kullanmak şöyle dursun, arkalarına bakmadan kaçmışlardır. sonra, kendilerini hemencecik konunun da dışına atarak elbette: 'aa, ne büyük vahşet!'

..ki ortada tümüyle temizlenmesi gereken bir durum olduğunu kim söylüyor ve kim neyi neyden nasıl ayırıyor, kimi kimden kurtarıyor ve kurtardığı yerde ne vaadediyor, meçhul. sizi kim kurtaracak der bir gün biri sağlam bir yerden, tutup yere çalıverir o sağlam sandığınız sırça köşkünüzü, hiç belli olmaz.
***
anlama çabası iyi birşeydir, ille birşey yapmak isteniyorsa oradan başlanabilir. ayakkabıları kapıda çıkartıp sessizce içeri girip bir köşeye oturmalı. kendi sesinde ve düşüncende boğulmadan kulak vermeli.

----------------------------------------------------------------------------------------------
not: bir yerli diziyle ruanda katliamını biraraya getirme densizliğiyle yetinmiyorum ve içimde kalmasın nevinden bir şey daha söyleyip gidiyorum. dünyanın en güzel çarşılarından olan kadıköy çarşısının güzelim arnavut kaldırımlarını kaldırıp, istanbul'un her yerine bulaşan, artık görmeye tahammül edemediğimiz o olamayasıca granitlerden döşetenlere; bu işe karar veren, bundan para kazananlara, pek âdetim değildir ama bir beddua edesim var izninizle. ister bu dünyada, isterse diledikleri bir öbür dünyada, o kaldırıp attıkları taşları tek tek döşesinler inşallah diyorum. döşesinler döşesinler bitmesin, sonsuza kadar. aynı duayı, ormanları hektar hektar biçenler için tek tek ağaç dikmek olarak uyarlayabilirsiniz isterseniz.

atlar mı? onların konuyla hiç ilgisi yok. öyle özgürce koşturuyorlar..