30.10.05

dinle..



dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:

beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın... herkes ağlayıp inledi.

ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki iştiyak derdini açayım.

aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

ben her cemiyette ağladım, inledim. fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.

herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.

benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.

ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.

bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!

aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.

ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır.

onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.

ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?

ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.

bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.

günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. ey temizlikte naziri olmıyan, hemen sen kal!

balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmıyana da günler uzadı.

ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.


mesnevî - mevlâna
meb yayınları

22.10.05

...



bilgiye ulaşmanın zorluğunu ve hatta kimi zaman imkânsızlığını biliyoruz. ama, en azından 1999 depreminden sonra bu konuda nasıl bombardımana tutulduğumuzu bir hatırlayalım. uzmanları, neredeyse azarlayarak sorguya çektik bütün bu yıllar boyunca, yok büyüklük nedir, yok şiddet nedir filan diye. adamlar, aynı şeyleri tekrar etmekten bitap düştüler, bu kadar çok konuşulup hiç bir şey anlaşılmamasına bir anlam veremiyorlar gördüğüm kadarıyla. aykut barka'nın duvarlar karşısında çaresiz kalıp çekip gittiğini söylemek pek yanlış olmaz herhalde. gerekli gereksiz detayları öğrenip bilgiç bilgiç birbirine satanlar, 'saat 3'te deprem olacak!' telefonlarıyla sokaklara döküldü. hemen hemen bütün bir şehir!

sınıf farklarının ortadan kalktığı durumları severim. cahil diye onu bunu aşağılayıp, kullandıkları teknolojik oyuncakların gazıyla kendini 'gelişmiş' sananların, tek bir cümleyi -deprem önceden tahmin edilemez!- hâlâ ve ısrarla anlamayıp çoluk çocuk parklarda sabahlamalarında, anlayana çok ders var. kabul etmek gerekir ki, insanoğlu/insankızı aslında çok yavaş evrim geçiriyor. bir küçük travmayla darmadağın olmasına, fotoğraf çekebilen cep telefonlarının yapacağı bir şey yok! olup olacağı diyalogumsu monologlar: 'sen de korktun mu? evet, ben de korktum!' 'anlayış olarak pakistan'dan bir farkımız yok' diye feryat ediyor bir deprem uzmanı. içinde biraz oraları küçümseyen bir vurgu olsa da, bu düşüncenin yanına bile yaklaşmak istemeyenlere iyi bir hatırlatma.

bu arada telefon demişken, bir küçük not: keşmir'de, fotoğrafta görülen sınırın iki tarafında kalan aileler 16 yıllık yasaktan sonra ücretsiz bir telefonla birbirlerinin sesini duydular geçtiğimiz günlerde. yüzlerindeki ifade, herkesin eşit olduğu yerin tarifi gibiydi.

'asrî zamanlar'



sponsorların nasıl gemi azıya aldıklarını yaptığım bir iş dolayısıyla derinden anlamış bulunuyorum. ister bir konser, ister bir ödül gecesi, etrafı bilmemne ürünüyle donatmak ve üstelik tam da kendi istedikleri yerde istedikleri büyüklükte donatmak konusunda engel tanımıyorlar. konser mi veriliyor, sigara mı satılıyor belli değil; ödül tiyatroculara mı, votkaya mı gidiyor, anlamıyoruz. görünen o ki, bu teslimiyet artık tartışılmaz halde. 'sponsorsuz hiç bir iş yapılmıyor..' ekonomik meselelere girmeden, yalnızca çok temel bazı dengeleri hatırlayarak bakıyorum konuya ve bu arsızlıktan, parayı veren bütün düdükleri çalar, hatta isterse gelir bizi de çalar durumundan iğrendiğimi söylemek istiyorum.

komedi filmleri festivali'nden haberdar mısınız? ilgileniyor musunuz, filmlere gidecek misiniz? peki bu festivalin sponsorunun isminin, renginin, kendi deyimleriyle 'ciciliğinin' festivalin tepesine bu kadar binmesini nasıl buluyorsunuz? koca kafaların, şarlo ile, lorel-hardy ile yanyana olma ve hatta onların önünde gitme gayretkeşliği size ne hissettiriyor? ilk festivalin açılış gecesinde malûm banka ve malûm kartın gözümüze sokulmasından ve gecenin açılış konuşmalarından birini yapan bankacının kart reklamı yapmasından nasıl rahatsız olmuştuk. hey gidi günler! dün akşam dördüncüsünün açılış gecesinde aynı arkadaş, 'bu festivalin ismi komedi filmleri festivali değil, bilmemne komedi filmleri festivali' diye, adlarını zikretmeyen gazetecileri azarladı. 'böyle yaparsanız, sanata manata destek olmayız haaa..' tonunda. aklıma sık sık gelen bir söz yine dilimin ucunda: "gölge etmeyin, yeter.."

cevaplar, gecikmeden geldi: cem yılmaz, onur ödülü almak üzere sahneye çıkıp, 'komedi ihtiyaç filan değildir, ince nazik bir iştir. ihtiyaç derseniz, perakende, toptan mizah yapanlar türer' diyerek arkasında duranları bi güzel yalanladı. sonra izlediğimiz fransız filmi 'yalanlar ve ihanetler' ise konuya deyim yerindeyse damardan girdi. ünlülerin hayatlarının romanını yazan yetenekli bir adam üzerine şahane bir komedi. kimin adı herşeye rağmen önde olur ve önde kalır, düdük aslında parayı verende mi, düdükten ses çıkarabilende midir, bir kez daha gördük. bankacılar, şilt alıp salonu terkettikleri için bu dersi de kaçırdılar.

gazeteye bi bakmak lâzım, 'emek sineması'nda ne oynuyor acaba?

20.10.05

bu bir spam'dir!



internet üzerinden yayılan her türlü malzemeye mesafeli durdum oldum olası. fıkralar, karikatürler, filmler, imza toplayan ya da yardım isteyen meiller.. neredeyse hiç bir fark gözetmeden bakıyorum bütün bunlara başından beri. bu tarz şeyler gönderen bir iki arkadaşıma, yüzlerce ortak safsata yerine sadece benim için bana yazdıkları iki kelimenin daha değerli olduğunu söylemiştim zamanında. doğru, yanlış, bilemem.. ilk zamanların heyecanıyla herkese her türlü malzemeyi yollayan çok oldu elbette. bakmayın şimdi herkes spam kurbanı, herkes chat yorgunu. bunun gerçek bir iletişim yolu olmadığını anladık mı ne!

postaları karakter tahlili olarak kullanmak mümkün. yardım sitelerine son imzayı atıp yolluyor birileri durmadan. hiç işi olmaz dedikleriniz, şiir sitelerinin müdavimi, ya da açık saçık fıkra üzerinden yakınlık kurma çabaları. bir de çok ciddi, çok politik arkadaşlar var. türk büyüklerine küfreden siteleri kapatmaya çalışan ama ne hikmettir ki bu kadar çok dolaşımda olmasına rağmen hâlâ şu bilmemkaçıncı imzayı attırıp da kapatamayanlar ve dön dolaş çoğaltıp duranlar..

ben de yazdıklarımı internette çoğalttığımın ve sesimin duyulmasını umduğumun farkındayım elbette. tam da bu noktada şöyle söyleyebiliriz belki: gerçek bir iletişim yolu olmasının önü de böyle kesilmedi mi sizce? gerçek yardım çığlıkları, bu müthiş mecrada yitip gidiyorlar. inandırmak için binbir takla, sanal olmadığına dair türlü kanıt.

çok yönlü bir konu olduğunun da, tam tersi örneklerin de farkındayım. bu yüzden de bir yere bağlamıycam. tek neden, epeydir boş duran posta kutumun, taşrada yaşayan bir yakınım sayesinde yeniden hergün kırmızı alarm vermesi. yıllar önce gelen giden postalar, şimdi anadolu'dan yağıyor. yepyeni sanılarak ve bir işe yarama duygusuyla.. ona söyleyemem, anlamaz, kırılır. ama burada bağırabilirim: bir yerleri tıklayınca afrika'daki aç çocukların karınlarının doyduğuna inanmıyorum; şiirleri kendi istediğim resimler eşliğinde -hatta mümkünse imajsız- ve şairinin yazdığı düzende okumak istiyorum; birileri bir yerlerde küfrediyorsa bununla yasaların başa çıkmasını bekliyorum. ve en çok da 'günü yaşama' üzerine, erdem ve tevekkül üzerine bunca yazıyı en çok da bunlarla hiç işi olmayanların çoğaltmasındaki riyaya dikkat çekmek istiyorum. hâlâ tamamı sanal olmayan bir hayatta yaşadığımızı umarak.

17.10.05

lütfi!



"zamanımızın gerçek bireyleri kitle kültürünün yarattığı kof, şişkin kişilikler değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken, acının ve alçalışın cehenneminden geçmiş fedailerdir. bu şarkısı söylenmemiş kahramanlar, başkalarının toplumsal süreç içinde bilinçsiz olarak hedef oldukları terörist imhaya bilinçli olarak hedef kılmışlardır kendi varlıklarını. toplama kamplarının bu adsız kurbanları, doğmaya çabalayan insanlığın simgeleridir."

horkheimer

...
lütfi kuzu

6 mayıs 1959 - 17 ekim 1996

balıkesir'de doğdu. liseyi bitirinceye kadar orada yaşadı.
adana'ya endüstri mühendisliği okumaya gitti, ama üç yıl sonra bu fikrinden caydı. 'dev-yol' okuluna başladı. adana'daki son bir yılını hapishanede geçirip mezun oldu.
istanbul'a basın-yayın okumaya geldi, ama üç yıl sonra bu fikrinden caydı. tanıştığı devin erman'la 'iletişim yayınları' ve 'yeni gündem' sınıflarını bitirip 'birikim' okulundan mezun oldu.
yazdı, çizdi ve 'boyut'ta yönetti.
sırada sevdiği horkheimer alıntısı için 'sinema ve tv' vardı.
bir oğlu var, adı 'deniz'...
son söylediği galiba, 'ben köyüme bir bakayım, siz devam edin' idi.
herhalde, çelenk göndermek yerine insan hakları derneği'ne bağışta bulunun derdi.

ailesi ve arkadaşları

---------------------------------------------------------------------------------
herşey yarım kaldı
“bunu daha önce konuşmuş muyduk?”
yarım kaldı
yeni başlamıştık, nefes nefese..

ay yarımdı

hayat yarım kaldı.
deniz,
öylece kaldı yüzünü elleriyle kapatıp
“eyvah, ben şimdi ne yapacağım”
baba gelip deniz’i sevdi

ay yarım kaldı

soğuk geldi, kapıyı kapattı
kapının kolu yarım kaldı, kapı yarı açık
‘gözlerini kapat oğlum’
gözleri yarı açık

ay, ay…

15.10.05

'galileo'nun kızı'



pek muhterem ve sevgili efendi babam,

tatlısını yapmamı buyurduğunuz kavunlara gelince; şu anda size gönderdiğim bu küçük dilimi çıkartabildim ancak. zira, korkarım meyve yeterince taze değildi; bir türlü istediğim kıvama gelmedi. onunla birlikte, önümüzdeki bayram için fırında pişirilmiş iki armut gönderiyorum. fakat, size çok daha özel bir hediyem var: bir gül. bu soğuk mevsimde olağandışı bir şey. bu hediyeyi sımsıcak duygularla karşılayacağınıza eminim. üstelik, bu gülle birlikte, rabbimizin onulmaz acılarını temsil eden dikenlerini; (bu kutsal ıstıraptan dolayı) bu dünyadaki yaşamın gelip geçici, karanlık kışından sonra, rahman ve rahim olan tanrının bize ihsan ettiği cennetin ebedi baharının berraklığına ve mutluluğuna nihayet eriştiğimizde bizleri bir ödülün beklediğine dair umudumuzu simgeleyen yeşil yapraklarını da kabul etmiş olacaksınız.
mektubuma burada son verirken sör arcangela'yla birlikte sevgilerimizi gönderiyoruz. her ikimizin de sağlık durumunuzla ilgili haberleri sabırsızlıkla beklediğimizi unutmayınız efendim.

san matteo, 19 aralık 1625
sizi çok seven kızınız.
s. m. celeste

gönderdiğiniz lambayı içine sardığınız masa örtüsünü geri yolluyorum. bizim de sizde sepetteki gömleklerin üzerine kapak niyetine örttüğümüz bir yastık yüzümüz olacak.

...
"galileo'nun venedikli güzel marina gamba'yla uzun süren yasak ilişkisinin meyvesi maria, yeni bir yüzyılın sıcak bir yaz günü, 13 ağustos 1600'de dünyaya geldi. aynı yıl, sapkınlıklarının ve küfürlerinin üstüne, bir de yer'in evrenin merkezinde hareketsiz durmadığını, güneş'in etrafında dolaştığını söyleyen dominikan keşiş giordano bruno, roma'da kazığa bağlanarak yakılacaktı. evrendeki yerinden henüz habersiz olan bir dünyada, iyi bir katolik olarak büyük saygı duyduğu göklerin krallığı ile, teleskopuyla sırlarını ortaya döktüğü gökküre arasındaki dikenli yolda yürüyen galileo da, kilise ile aynı kozmik çatışma içine girecekti.

galileo, kızını onüçüne bastığında yoksul ve münzevi bir yaşam süreceği arcetri'deki san matteo manastırı'na verdi. virginia rahibe olduğunda, kendini yıldızların büyüsüne kaptırmış olan babasına bir şükran ifadesi olarak maria celeste adını aldı. bütün yaşamını duayla ve kefaretle geçirdikten sonra bile, adeta bir koruyucu azize adanır gibi galileo'ya hep bağlı kaldı. babasına düşkünlüğü, 10 mayıs 1623'teki ilk mektuptan başlayarak; galileo'nun yaşlandığı, sık sık hastalandığı, buna rağmen araştırmalarını tek başına sürdürdüğü ve engizisyonda yargılanmasına yol açan bir kitap yazdığı sonraki on yıldan günümüze kalan 124 mektupta daha da yoğunlaştı."

galileo'nun kızı
(bilim, inanç ve sevgi üstüne tarihsel bir inceleme)
dava sobel

t.iş bankası kültür yayınları


-----------------------------------------------------------------------------
celeste'nin mektuplarıyla örülü bu kitabı burnumun direği sızlayarak okuduğum günlerde galileo'ya verip veriştirmeme neden olan neydi? evlilik dışı ilişkiden olan kızlarını çocuk yaşlarında manastıra gönderirken, aynı ilişkiden olan oğlunu yanında tutup üniversite eğitimi aldırması mı? kiliseye boyun eğdiği halde, efsane yaratmaya meraklı tarihçilerin yazdığı bir yalanla, ('yine de dönüyor' demiş.. kim duymuş, ne zaman demiş?) tarihe böyle geçmesinin engizisyon ateşinde cayır cayır yanan giordano bruno'ya haksızlık olduğunu düşünmem mi? 'ölmüş gitmiş adamlar, sana ne' demeyin. celeste'nin mektuplarından, genç bir kadının soluğunun sesi ve çörek kokuları geliyor hâlâ.

11.10.05

...



evet, yazılar bazen koşarak kaçıyor insandan. bir şey için oturup masaya, bambaşka bir yerden çıkabiliyorsun. bazen de, çok sıcak oluyor konu, fazla sıcak. yalnızca elini değil, bedenini de kavuracak diye öyle bakakalıyorsun. uzaktan değil, taa içinden.
...
seyahatin yalnızca bir yer değiştirme olmadığını düşünüyorsanız, başkalarını tanıdıkça kendine yaklaşmanın ne demek olduğunu da bilirsiniz. herkes tanıdık, herkes komşu gelebilir insana. bazen nasıl herkes yabancı, herkes uzak geliyorsa tıpkı öyle.
...
'kendini kendiyle besleyenler'. anlamak için yaklaşmak lazım. ama ayakkabıları kapıda çıkartıp girmekte fayda var. sessizce, ayaklarının ucuna basarak.
...
mahallede çok çocuklu bir ailenin evinde yangın çıktı. birileri dumanı görüp koştu. duman ciğerimize oturdu.
...
bağımsızlığı için savaşılan, paylaşılamayan bölge keşmir, yer ile yeksan. sınır dinlemeden, her iki taraftaki de toprağa gömüldü. 'hindistan tektoniği milyonlarca yıldır olduğu gibi hareket etti ne yazık ki. himalayalar da böyle oluştu. ve bu hareket hep devam edecek.'
...
pakistan'da otobüsler, kamyonlar nakıştan ibarettir. daha önce gündüz gözüyle görsen bile, gece yollarda, karşıdan gelen, yanından geçen büyülü fenerler, ejderhalar karşısında gözyaşlarını tutamazsın heyecandan. pardon duyamadım, yoksul bir ülke mi demiştiniz?

9.10.05

son dördün



bugün ayın ilk dördünü. hilâli, dolunayı anıyoruz sık sık, ayın en az adı edilen evresi -ki adı pek hoştur- bize kırılmasın. hafif bir pusun arkasında öyle güzeldi ki bu akşam. sonbahar, pazar, ay ve vapur.. istanbul kendini bırakırsan ve dinlersen her zaman başka bir şarkı söyler. dinledim, geldim, bunları yazıyorum. hayatımdaki coşkunun ve ironinin niye yazılara nüfuz edemediğini merak ediyorum. niye o şarkıyı değil de bunları yazdığımı bilmiyorum.
...
'simit atabileceksiniz, ama martılar yetişebilir mi bilmem!' diye yeni alacakları oyuncakları tanıtanlar, tepkilerden sonra vargüçleriyle sarıldılar bu 'eski ve yavaş' taşıtlara, martılara, simite, şuna, buna.. arsızca edebiyatını yapıp duruyorlar. üstüne üstlük 'biz zaten öyle dememiştik, yanlış anladılar' deyip nazire yaparcasına internet sitesi açtılar. vapurlar hiç bir yere gitmiyormuş!

ne idüğü belirsiz bir modernliğin peşine takılıp ilk iş plastik bardakla çay satmaya kalkınca yine ahaliyi buldular karşılarında. cam bardakların suyu mu çıkmıştı? 'hijyen değil, bulaşık makineleri gelene kadar böyle, biz zaten kaldırmayı düşünmüyorduk!' diye yine kıvrak bir manevra. sanırsın ellerinde yıllardır vapurlarda çay içenlerin yakalandığı hastalıklara ilişkin bir istatistik var. maksat değişiklik olsun, dostlar alışverişte görsün. şimdi yine kör gözüm parmağına bir afişte ince belli bardak ve çay keyfinin eskisinden daha iyi olduğuna dair laf salatası.

iskelelerde, 'çalışıyoruz, müthişiz' afişlerinden göz gözü görmüyor. kendi yaptığı işi bu kadar çok tanımlamak 'reklam çağı, promosyon çağı' çığlıklarının bir uzantısı olsa gerek. çok bağırıyorlar, çıkan gürültüden gözümüz sağır oluyor. kısa bir süre önce o afişlerin yerinde, sendikaların uyaran sözleri asılıydı: 'tecrübesiz kaptanlarla felakete davetiye çıkartılıyor'. dümenlerde artık yollardaki biçici şoförlerin biraderleri var sanırım. iskelelere yanaşamamak normalleşti, boğaz ortasında garip manevralarla durgun denizde sallantılar macera hissi yaratıyor besbelli. sabahları, yalnız sisli havalarda duyulan sinirli sirenlerle uyanıyoruz. saygısızlık ve pervasızlıkta otomobil klaksonlarını aratmıyorlar. şubat ayında, protesto için sirenlerini çalan kaptanları yemeyip içmeyip gürültü kirliliği cezası ile tehdit edenler horul horul uyuyorlar.

bir pazar akşamı yarım saat beklememek için koşarak vapura binmeye çalışıyoruz, çıkış yerinden girerek. güvenlik görevlileri bizi neredeyse derdest edip tutuklayacaklar, öyle bir görev aşkı, öyle bir yenileme çalışması. herşey insan için! ama vapurlar yarım saatte bir, ama gece onikiden sonra sefer yok. dedik ya, dostlar alışverişte görsün. 'pencerelere bir iki çiçek boyatalım abi, nostaljik olur.'

'biz vapur yanaşmadan atlamayanların bankasıyız' diyenler hiç merak etmesin; vapurdan iskeleye atlayabilenlerin, vapurdan kendini atabilenlerin, hiç vapura binmeyebilenlerin ve bazen de vapurla iskelenin arasında sıkışanların bankaya pek ihtiyaçları da yok zaten.

5.10.05

nötron bombası



ağır hantal yapı, çok ışıklı, çok parıltılı, bolluk simgesi bir ana caddeye yüz metre uzaklıkta olmasına karşın, artık kenar mahalleliği benimsemiş bir istanbul parçasında, çevredeki bozulmanın ayırdına varmayan bir kendini beğenmişlikle yayılıyor. içinde oturanlar ise elbette çok iyi biliyorlar artık ayrıcalıklı bir muhitte yaşamadıklarını.
...
daha yapının dışını görünce tutuluyor insan. dar sokağın bir ucundan öte ucuna uzanan bağdaş kurmuş oturuşunda pek çok çağdaş binanın erişemiyeceği bir heybet var. bu izlenim yalnızca bir bahçenin üç yanını çevrelemesinden değil, gerçekten insansı bir görünüşü olmasından kaynaklanıyor.
...
ana kapıdan girince, eskimiş, bakımsızca ama parlaklığını hâlâ yitirmemiş bir saraya adım attığını sanıyor insan ve bu eski istanbul kokusu ile coşkulanıyor. sanki artık varolmayan istanbul'a dikilmiş bir anıt bu yapı. yok olmuş güzellikleri inatla saklayan bir anıt.
...
kendi başına kişilik kazanmış bu taş yığını, içinde yaşayanların bile duymadıklarını özümlemiş, hepsinin de üstesinden gelmiş ve gelecek. tüm incileri dökülmüşlüğüne karşın dimdik ayakta. çevresinde ne var ne yok küçültecek, hatta unufak edecek kadar sağlam. hiç yıkılmayacağından güvenli.
...
bir zamanlar daha çok müslüman olmayan ailelerin oturduğu sayısız pencereli bu dev yapıda geniş mermer merdivenler, nakışlı tavanlar, incelikle işlenmiş balkonlar ve kafesli asansörler var. dairelerinin tavanları erişilmeyecek kadar yüksek, salonları doldurulamayacak kadar geniş.
...
kafesli eski usul asansör yukardan türlü gürültüler çıkararak iner hep. ilk kez gelen bir yabancı, mermer tabanlı geniş girişte durup asansörü beklerken, uzun süre gelmeyişinin nedenini araştırmak için merakla yukarı bakar. oysa apartman sakinleri yıllanmış asansörün tepelerde bir yerde nazlandığını bilirler. kırıtıp nazlandığını ama her zaman geldiğini de...
...
ölenle ölmeyen, bitenle bitmeyen bu bina, istanbul varoldukça ayakta kalacakmış gibi. hâlâ aşağı mahallenin çocuklarıyla alay eden, yukarı mahallenin çağdaş yapılarına burun kıvıran. iki yanı da aynı ölçüde ezebilen. görkemiyle.

-----------------------------------------------------------------
not: pınar kür'ün bir deli ağaç'ını okuduğum günlerde bir binaya rastlamış ve öykülerin kahramanının o olduğuna inanıp bir okul ödevimi bunun üzerine kurmuştum. geçen zamanda kitaba konu olan binanın o olmadığını anladım; bir arkadaşım 'esas' binada yaşadı, öldü; istanbul'un köhne binaları kıymete bindi, sahip ve tarz değiştirmeye başladı; beyoğlu'nun bağrında bir yara ve sınıflararası bir uçurum gibi açılan tarlabaşı bulvarı'nın öte tarafı keşfedilmeye başlandı.
şimdi, değişmekte olan eski bir apartmanda oturmanın da etkisiyle, binaların yaşantıları ve insanların onlarla ilişkisi üzerine düşünürken, bu eski derlemeyi paylaşmak istedim.
kitaptan konu gereği yaptığım kolaj ve araya girmelerim, umarım yazıya müdahale olarak değil de, bir öğrencinin heyecanı diye algılanır.