25.3.06

yazıyazar



bilgisayarım öldü!
vedalaştık, fişini çektik. neredeyse 100 küsur yaşındaydı, bir kez yoğun bakımda kalıp zor belâ hayata döndürülmüştü. giderek daha yavaş hareket ediyordu, sesi de adamakıllı hırıltılı çıkmaya başlamıştı. bu son krizde, bir-iki küçük müdahaleye cevap vermedi, gözlerini açmayı reddetti. epeydir ona antika muamelesi yapan arkadaşların da itelemesiyle, daha fazla eziyet etmeden, başka bir yazı arkadaşı edinmeye karar verdim. işe yarayan parçalarını kullanmayı sürdürücem. meselâ, şu anda yazamıyor oluşumun en esaslı nedeni olan klavyemi. etrafta f-klavye bulmak imkânsız. ben de, neredeyse sakatlanıyorum q ile başlayanıyla, nerde kaldı yazı yazmak. aklım alıp başını gidiyor, ben umutsuzca harf aranıyorum. üstelik yazmak için ille de 'kendine ait bir oda' isteyenlerden olunca problem katmerleniyor.
kısaca, yeni bir 'bilgiye ulaşma ve yazı yazma' âleti edinene kadar burada olmıycam. kısa süreceğini umuyor ve istiyorum. ama alışveriş özürlü biri olarak, bir de bugünlerdeki karar verme problemimle, haydi hayırlısı..

16.3.06

gün-dem




bir tv yazarı, eşcinselliği konu eden 32. gün'ü eleştiriyor. "gündemde şemdinli gibi konular varken bu da nerden çıktı şimdi?" (kafama sesler üşüşüyor geçmişten: 'kadın hakları da neymiş, hele önce bir devrim yapalım, sonra bakarız. sonra aşık oluruz, sonra mutlu oluruz. hele önce bir dünyayı düzeltelim, sonra bakarız.')

32. gün'e muhalif kimliğini katan rıdvan akar şemdinli konusuyla ilk ve en çok ilgilenenlerden biri üstelik. aylar önce yayınlanan bir tv programında, öğrencilerin sorusuna cevaben söyledikleri de, daha savcı iddianamesi filan ortada yokken bu konuya çarpıcı bir yorum getiriyordu: "benim babam astsubaydı ve bildiğim hiç bir yüksek rütbeli subay arkadaşı yoktu. diğer arkadaşlarının da, onlara 'iyi çocuktur' diyecek bir subay arkadaşları yoktu. orduda normal olarak işler böyle yürür."

eşcinsellere, bildiğim kadarıyla ilk kez bu kadar geniş zamanlı bir ifade imkânı verildiği için, akar'a bir selâm gönderelim. bir gazeteci, baki koşar, birçok heteroseksüelle aynı kanallardan tanıştığı partneri tarafından bıçaklanmışken ve bu da daha öncekiler gibi, kamuda neredeyse namus cinayetleriyle eş bir gizli hoşgörü ile karşılanırken bunu yapmasa, gazeteci ve insan vicdanı rahat etmezdi herhalde.

'gündem' enteresan bir laf zaten.

siz, hâlâ yediğiniz hortumların acısını hatırlıyor, doğru dürüst iş bulamıyorsanız, ya da yalan içinde ikili hayatlar yaşıyorsanız, her güne bu sıkıntılarla uyanırsınız herhalde. 'ne olacak bu gayri safi milli hasıla allah aşkına!' diye değil! olsa olsa ekmek parası dersiniz.

eğer çocuğunuz kayıpsa, yıllar boyu allahın her cumartesisi gidip bir duvarın önünde oturur, bütün haftayı da bekleyerek geçirirsiniz. haftayı, ayı, yılları...
pardon, gündem neydi?

eğer kanserli bir yakınınız varsa, bütün hastaneleri birkaç günlük umut satın almak için sırayla dolaşırken; geceleri, hasta refakatçiliği üzerine bir kitap tasarlıyorsanz kafanızda, hayat orada nefes alır. bir mikrofon uzatıp, 'türkiye'nin gündeminde aldatma var, ne diyeceksiniz bu konuda?' diyen muhabire boş boş bakmakla, kamerayı kafasında parçalamak arasında gidip gelebilirsiniz.

eskiler, 'neren ağrıyorsa, canın oradadır' derler. tümüyle kendi ağrılarına odaklanıp dünyayı umursamamak bir uçtaysa, diğer uçta da, ekonomisi, politikası, borsası, piyasası derken kendini unutmak, kişiyi boşvermek var.

yok mudur bu işlerin bir dengesi, bilemedim.

11.3.06

kuşdili



aslında sonra yazacaktım ama dayanamadım. başlangıç fikrinden, oyuncu arayışlarından, sıkıntılardan haberdar olunca insan, bunca zaman sonra ekranda görecek olmak da heyecanlı oluyor.
iyi olmasını istiyorsun. düşünüldüğü kadar sahici, yazıldığı kadar emek dolu, hayal edildiği kadar büyülü olsun. iyi çekilmiş, iyi oynanmış olsun.
insanlar sevsin, seyretsin. rakamlara kurban gitmesin. az seyredildi denip fırlatılıp atılmasın, çok seyredilince suyu çıkarılmasın.

kuşdili bu akşam sekiz'de atv'de.

kolay gelsin şafak...

8.3.06

sekiz mart



kadınlar gününüz kutlu olsun...

7.3.06

cennete değil, her yere...



küçükken, filmlerde ağlayıp üzülünce annem teselli ederdi: "film bu kızım, gerçek değil!" epeydir bütün memlekete hep bir ağızdan bağırarak bunu tekrarlamamız gereken durumlar yaşıyoruz. filmleri sahici sanıp, gerçekleri film gibi seyrediyoruz.
***
aldatma, memleketin en önemli konusu oldu çoktandır. öyle, 'dört kadın almak yasak' demekle olmuyor, hayat bildiğini okumaya devam ediyor. yara nerdeyse ordan kanadığımız için, herkesin söyleyecek bir lafı oluyor böyle konularda. fırsatını bulan, arkadaşının üzüntüsünü bahane edip yıllardır diş bilediği 'kötü kız'a laf çarpmak için sırtını yine her zamanki gibi 'aile'ye yaslıyor: "çok var böyle kadınlardan!"
çok var mı bilmiyorum. ama birilerinin evde ağlayarak bekleyen kadın olmayı seçmemesini gayet ferahlatıcı buluyorum. seçilen, ya da sürüklenilen her hayatın artı/eksi, avantaj/dezavantajları olduğunu unutuyoruz. yuvanın ve kocanın konforunun böyle bonusları var ne yazık ki! meseleye kadın mı suçlu, erkek mi şeklinde yaklaşmaktansa, 'hem bedava, hem şoför mahalli' diyen kim, ona bakmak lazım.
***
inandığını değil de, bekleneni yapmak konusunda üstümüze yok. özellikle tv'de iyice ayyuka çıkan bu davranış biçimi, sözkonusu dizide herkesin diline dolanıp duruyor kaç zamandır. kadını bir türlü sevdiğiyle seviştiremediler, seyirci tepkisi, türk kadınının namusu filan diye. yazarı, yapımcısı, oyuncusu, şusu, busu.. başka hayatlar yaşıyan insanlar yalan yazıp, yalan satıyorlar. ne hikâyenin ve kahramanın iç bütünlüğü, ne, hayatın nasıl akıp gittiği... sadece sabahları önlerine gelen rakamlarla büyülenmiş durumdalar. 'ne rol gelirse oynarım bu hayatta!'
***
eğer izin isterseniz, hiçbir zaman vermezler. nereye istiyorsanız oraya doğru gidin, bütün verilmemiş izinler geçersiz kalacak. yolda ne kadar fazla insan olursa, o kadar az karanlık...

4.3.06

sinerjiniz batsın!



istanbul'un ve beyoğlu'nun türkiye'nin merkezi kabul edilmesinden, bütün televizyoncuların bu caddede 'halk' röportajı yapmasından, taşların değişiminin, ağaçların kaldırılmasının tek ve en önemli mesele gibi konuşulmasından oldum olası rahatsızım. beyoğlu derken bile arka sokakların, alt mahallelerin ihmal edilip sadece caddeye yoğunlaşılmasından da. tarlabaşı'nın büyük bölümü, kış başından beri doğalgaz bağlanmasını bekliyor meselâ, sokaklara hatlar döşendiği halde.

ama ne var ki burası benim mahallem aynı zamanda. ve birilerinin acemilik ötesi bir aymazlıkla parçaladığı caddede bütün kışı çukurların üzerinden atlayarak, dozerlerin altında ezilmemeye çalışarak geçirdikten sonra, adamın biri çıkıp, sanki kendisi patagonya'dan yeni gelmiş, caddeyi ve çin granitlerini yeni görmüş gibi, bütün suçu yüklenici firmaya atarak konuşunca delirmek kaçınılmaz oluyor. ona beğendirmek zorundaymışlar, burası dünyanın en önemli caddelerindenmiş, tamiratı kabul edemezmiş, herşey mükemmel olmalıymış, sokak isimleri yerlere metal olarak yazılacakmış, onların da yapılmasını emretmişmiş... birisi bana mukayyet olsun, ben de birilerini caddeye metal plakalar olarak çakmak istiyorum.

beyoğlu'nda iken herkesin pek bi beğendiği başkandan sözediyoruz. o dönem yakınında olanların şimdi, 'size ne oldu kadir bey?' diye yazılar döşendikleri, adının geçtiği her yerde dr. ve mimar ünvanlarını hiç unutmayan bu kişi, iktidarın nasıl, içine şeytan girmiş etkisi yarattığının da canlı örneği. aslında başkan olduğu ilk günlerde, sanki başka işi yokmuş gibi oturup köprü tasarlamasından işkillenmiştik: 'başkanım, hem de mimarım, ben tasarlayabilirim, güç bende...'

ama örnekler o kadar çoğaldı ki, artık tek tek konuşmak yerine, toptan bu anlayışın sonuçlarından nasıl kurtulacağımızı düşünmek gerekiyor kara kara. üçüncü köprü, galataport, haydarpaşa limanı, tüneller... hangi birini n'apıcaz! ve de buyrun son örneğe. avasköy su kemerlerinin dibine yapılan çekirdek aile sinerji merkezine...

yıllar önce mimar sinan'ı anma gününde, kışın ortasında mağlova su kemerine gitmiştik. çamura saplanan arabalardan çıkıp soğukta bir saat yürüyerek ulaştığımız bu iki katlı 'anıt', az önce, 'su kemeri işte, ne geldik ki buraya?' diyenleri bile büyülemişti. yüzlerce yıl şehre su taşıyan ve ayakta kalan bu güzellikler, ilk depremde çoğunun yıkılacağı besbelli bu yeni hayat merkezlerinin ve bîçare istanbul'un enkazına acıyarak ve üzüntüyle bakacaklar ne yazık ki!

------------------------------------------------------------------------------------
not: gökhan tan'ın atlas dergisinde çıkan avasköy yazısının tamamı, burkina fasa fiso'da.