28.2.06

...ailenin mülkiyeti



'babam ve oğlum' sinema yazarlarının hemen hemen bütün ödüllerini aldı. sık rastlanmayan biçimde, gişe ile eleştirmen buluştu. bir filmin, sadece 'ağladım, ağlamadım' düzeyinde konuşulması pek hoş olmasa da, tamam işte, buluştu insanlarla! ben bu sonucun, eski film seyretme pratiğinin tekrarlanması ile ilgili olduğunu düşünüyorum biraz da. ailecek toplaşılıp sinemalara gidildi, hep beraber ağlanıp gülündü, tv'den değil de gidilen filmden bahsedildi sohbetlerde. önce koşa koşa vazgeçtik herşeyden, şimdi de ucundan gördüğümüz hatıralara salya sümük...

sinemayla sıradan bir seyirciden daha fazla ilgilensem de, hâlâ bu konudaki ilk kıstasım hoşuma gitmesi. ne demiş adam, 'sanattan anlamıyor olabilirim, ama neden zevk aldığımı adım gibi bilirim.' bazen 'sevdim' ile 'beğenmedim' arasında kalıveriyor insan. babam ve oğlum'la ilgili hissiyatım da tam bu. hümeyra ve küçük ege dışındaki oyunculukları abartılı bulsam da, başta rus filmleri olmak üzere, bu baba/oğul temasından fenalık gelse de, daha filmi seyrederken düşünceler kafama üşüşse de, başından sonuna kaptırıp seyrettim işte.

çağan ırmak'ı seviyorum, dertleri ve hikâyeleri olduğunu düşünüyorum. ki niceleri, oturup 'ne hakkında film yapsak, bu aralar en iyi ne satıyor' derken, onun filmlerini beklemeye ve merak etmeye devam ediyorum.

bu yaştaki adamın ne haddine 12 eylül hakkında dizi yapmak, film yapmak diyenlere verilecek cevap da belli bence: siz yapmadığınız için! başka bir coğrafyadan, tanımadığım birinden gelmişçesine izlemek istiyorum türk filmlerini, anlatılan dönemi biliyor olmanın, yönetmenin yaşamının ya da konuştuklarının önemi olmasın istiyorum.

ammaaaa... çok temel bir noktadan itirazım var. filmi eleştirmeyi bir kenara bırakıp sadece bu konunun konuşulmasının çok önemli olduğunu düşünerek ben aradan çekiliyorum. postexpress'in 57. sayısındaki 'devletin kökeni, ailenin mülkiyeti' başlıklı, serpil sancar imzalı yazıdan küçük bir bölüm:

"... bir solcunun yaşamını anlatabilmek için aile ve baba imgesi dışında kurulabilecek bir dil, bir anlatı biçimi, bir imgeler alanının yok oluşu, doğrusu çok yıldırıcı ve umutsuzluk verici bir hal. bu, sola yapılan bir haksızlık. sanat, solun dünyasına uygun bir dil aramak konusunda bu kadar kısır olmak zorunda mı?
sinema dünyasının bu körlüğünün arkasında 'solun kendine bakışındaki körlük' olduğu açık yüreklilikle kabullenilmeli. solun, çoğu yerde, tarihsel misyonunu 'devlet odaklı değişim projesi' olarak tanımladığı gerçeğiyle yüzleşilmeli. türkiye'de solu sol yapan toplum projesi, devleti, toplumsal özgürlüklerle ilgili değişim projesinin merkezine oturttu hep. aynı radikal tutumu aile kurumu ile ilgili olarak yaptığını söyleyemeyiz. aileyi bir iktidar ilişkileri örüntüsü olarak kavrayıp değişim ve özgürleşme projesinin bir bileşeni olarak tanımlamak, genel kabul gören ve altı kalın çizilmiş bir 'sol' ilke olmadı. açıkçası türkiye'de sol, 'ailenin değişimi'ni politik bir değişim projesinin kaçınılmaz ve önemli bir bileşeni olarak açıkça benimsemedi.. bu, türkiye'de solun önemli bir muhafazakârlık alanıydı. aile bir toplumsal kurum olarak solun iktidar eleştirisinde hiçbir zaman önemli bir yer tutmadı.
(...)
zaten, solun aileyi bir iktidar ilişkisi olarak algılama ve eleştirme zafiyeti, feminizmin 'soldan kaynaklanan' bir siyasal hareket olarak yaşam alanı bulmasının da kökeninde yatan gerçeklik. solun yarattığı eleştirel boşluk ancak feminizmin eleştirel sorgulamasıyla görünür hale gelebilmiş, ama bu da çoğu zaman, sadece feministler için geçerli bir eleştiri olmaktan kurtulamamış durumda."

21.2.06

şart değil!



elindeki küçük torbayla yıllardır dünyayı dolaşan birinden sözetmişlerdi. özgürlük hissi uyandıran, aynı zamanda da korku verici olabilecek bir imge. bir yandan da, sırt çantasıyla aylar geçirirken, evde duran bütün o şeylere hiç ihtiyacı olmadan yaşayıp gittiğini farkedip şaşırıyor insan. kendini kendiyle besleyenler'deki fotoğrafı, aklımda kalan bir görüntüyü tekrarlamak üzere seçmiştim. hindistan'da insanların yardımlarıyla yaşayan saduların bütün eşyaları ince bir şilteden ve bir küçük torbadan ibarettir. diş fırçası, tarak, belki bir tas... bir sadunun uykudan uyanıp yatağını toparlamasını, torbasını ve şiltesini omuzuna asışını izlemek, eşya ile ilişki kurma dersi gibidir. aynı zamanda da, hareketin yavaşlamasının zamanı nasıl uzattığının isbatı..

eşyayı arkadaş olsun, bizi dünyaya perçinlesin diye ediniyoruz. sonra o perçinler, bizi boğan prangalara dönüşüyor. dünyaya bağlanmak için biriktirdiklerimiz gün gelip dibe çökmeyi kolaylaştıran ağırlıklar oluyor.

sevgi soysal'ın bir kitabında anlattığı hikâyeyi hatırlıyorum. evde herşeyin üstüne üstüne geldiği bir anda, yoldan geçen eskiciyi çağırır ve fazla eşyaları vermeye başlar. sonra herşey gözüne çok görünür, hemen hemen bütün eşyayı alıp götürmesini ister adamdan. adam şaşkın, yardım almak üzere gidince, dönüp almayacak, onu bu yükle başbaşa bırakacak diye endişelenir. neredeyse bütün eşya taşındıktan sonra huzur içinde koşmaya başlar. ayağına bir şey takılmadan, kapılar, arkalarındaki yığıntılardan kurtulmuş ona yol verirken koridorda bir uçtan bir uca kayar. bütün safralarından kurtulmuştur.

kapıların arkasında mutlaka birşeylerin yığılı olduğu, balkonların depo niyetine kullanılıp güneşi küstürdüğü evlerde büyüdük. ardına kadar açılabilen bir kapının nasıl ferahlık hissi yarattığını, ancak bundan sıkıntı duyanlar farkedebilir. bütün sembolik, ev/kişilik benzetmelerini bir kenara bırakıp sadece nasıl yaşıyorsan o olduğunu hatırlamak yeterli. çekmeceleri temizlemek, yatak altlarındaki kullanılmayan eşyaları atmak, balkonda sadece çiçek yetiştirmek gerek. mülkiyet duygusunun binbir suratlı bir canavar olduğunu unutmadan...

--------------------------------------------------------------------------------
not: tag bulutu, eski yazılarla bağ kurmak, benzer temaları biraraya getirmek açısından iyi fikir. hoşuma gitse de, yazılarımı kategorize edememek, içeriklerini isimlendirememek yüzünden kullanamıyorum. bu yüzden ben de kendi benzer yazılarıma göndermeler yapıyorum arada bir. bu da benim bulutum...

18.2.06

oturma odası



kamuya açık bir yerde yazan herkes, yazdıklarının okunmasını ve paylaşılmasını istiyor demektir. çok satma üzerine yapılan tartışmalarda, "çok insan okursa yazdıklarımdan kuşku duyarım." diyenler de olmuştur, "okunmasını istemiyorsan niye yayınlıyorsun? diyen de. dünyanın en çok satılan kitaplarından gülün adı'nın aynı zamanda en az okunan -bitirilen- kitap olduğu söylenir. umberto eco'nun, satın alınma/okunma oranını yaklaştırmak için özel bir çaba sarfettiğini düşünüyorum sonraki işlerinde. kendisi de anlatır, 'gereksiz' okuru kaçırmak için nasıl yöntemler denediğini. hangi kitabın/yazının ne kadar okunduğunu, nereye ulaştığını, yazanın ne demek isteyip, kişinin ne anladığını, kimin iyi okur, kimin gereksiz kalabalık olduğunu ölçecek bir terazi yok elimizde. herkes kendi okuyucusuyla kurduğu ilişkiden bunun ipuçlarını toparlıyordur herhalde.

internet bu konuda daha fazlasına imkân sağlıyor. sayaçlar ve yorumlar sayesinde el yordamıyla bilgileniyoruz. istatistikî bilgilerin tek başına hiçbir şey olduğunu düşünen biri olarak, blog yazmaya başlarken bu sayaçlardan kullanmayı istemedim. aylar sonra, biraz meraktan, biraz da ortamın raconuna uyma düşüncesiyle gelenleri gözetlediğim bir sayaç edindim. kalma sürelerini, ilk sayfa dışında okuma yapıp yapmadıklarını, nerelerden geldiklerini görmek eğlenceli. sayfada kalma sürelerine bakınca, toplam sayının ne kadar aldatıcı olduğunu anlıyor insan. ama yine de, herkes bunun farkında olsa da, ziyaretçi sayısı blog âleminde ciddi önem taşıyor. bunu artırmak için yöntemler öneriliyor, gündemdeki konular, isimler özenle tekrarlanıyor. bu sayının, geçici bir 'birileri beni görüyor' duygusunun dışında kimseyi mutlu ettiğini sanmıyorum. herkes söylediklerinin hedefini bulmasını ister esas olarak.

sanırım çoğumuz, arama motorlarından gelenlerin çok küçük bir yüzdesinin gerçek, kalıcı, iyi okur (ziyaretçi değil!) olduğunun farkındayız. alâkasız kelimelerle rastlantıyla sitelere düşenleri bırak, ilgili konularda arama yapanlar bile beş saniyede çekip gidiyorlar. ama her ne hikmetse site istatistikleri google aramalarının rakamları ile tutuluyor. elimizde başka bir veri yok demek, bu ne işe yaradığı belli olmayan sayıları kullanmanın bahanesi değil. doğrusu benim, 'yıldız tilbe kime göt verdi' diye arama yapanların siteme uğrayarak yükselttikleri kategorilerle işim olmaz...

çeşitli yollardan buraya gelip durmaya, bakmaya, okumaya değer bulan herkese selâmlar.

-------------------------------------------------------------------------------------
not: ziyaretçi kelimesi ticari siteler için uygun olabilir, ama bizim blogumuza gelenlere sunduğumuz kahve, kelimelerden, görüntülerden, kimi zaman da seslerden ibaret... misafir olmalarını tercih ederim.

not: bu yazının bir nedeni, yukarda sözünü ettiğim, 'işim olmaz' dediğim arayıcılarsa, diğeri ise, son günlerde arama motorlarından gelip misafir olanlar.

-------------------------------------------------------------------------------------
edit: bu yazıyı sayfaya aktardıktan hemen sonra, blog yazmaya başladığım ilk günlerden beri izlediğim zamana dair söylentiler'e uğradım. cumartesi yazıları'na ilişkin güzel sözler etmiş. teşekkür etmek istedim ama yorumları kapalı, mail adresi yok... böyle sözlere hem seviniyorum, hem de mahçup oluyorum doğal olarak. ilgili bir yazı olmasına sığınıp buraya bir selâm daha sığdırayım dedim.

16.2.06

bizi tutan çiviler



kadınların güneşle, ayla olan göbek bağları daha sıkı düğümlü sanırım. eserekli ruh hallerimizi biraz da bu güzelim gök cisimlerinin gitgellerine, hareketlerine, bir görünüp bir kaybolmalarına borçluyuz. 'kış uykusu'nda da dediğim gibi araziye uyarak yaşamamanın sonucu olan sıkıntılarımızı ayın yükselmesine, güneşin kaybolmasına bağlarken nasıl olup da onlardan bu kadar uzaklaştığımızı düşünsek daha iyi olmaz mı?
bir arkadaşım, ayın hareketlerini izlemeyi, onunla hasbıhâl edip, dolunaya birden yakalanmamayı önermişti, bundan sıkıntı duyanlara. dün bir tv dizisinde (hırsız-polis) geçen dağcı tavsiyesini nedense bu aya bakma ritüeline benzettim: "bazen havada asılı kalırsın, seni tutan yalnızca bir çividir. bu durumda, bütün dikkatini o çiviye yoğunlaştır ve çıkmaya devam et."
***
fazla çaktırmamaya, kuyruğu dik tutmaya çalışsam da şu son bir kaç ayı kolay geçirmedim. bugün güneş gözümü gönlümü açınca biraz yürüdüm, deniz kenarına indim. derde deva iyot kokusu, üşütmeyen bir serinlik, arada hep beraber hızla üstümden geçen kuşlarla, gereksiz tortuları silkelemeye çalıştım. tiner koklayan bir delikanlıyla birlikte, iki köpekle, onlara simit ziyafeti çeken sahiplerini seyrettik. yemeklerini, ille de oturarak yemeleri için zorlayan, yemekten sonra da ağızlarını silen adam, çocuklarının herşeyi onların istediği gibi yapmasını eğitim sanan anne babaları hatırlattı. köpekler çok güzellerdi, mutluluk içinde yuvarlanıp durdular çimlerde, arada tinerci çocuğun üstüne çıkmaya çalıştılar, besbelli kokudan. ayrıca küçüğü, adamın, her seferinde poposuna vurarak oturtmasına rağmen ayakta yemekte ısrar etti ve kazandı! büyük olanın bu mücadeleden bıktığını, -eğitildiğini!- anlamış olduk böylece. yaşasın bütün yavru mahlûkat!
***
fındıklı parkı'ndan taksim'e çıkarken, daha yokuşa gelmeden sağda, köşede bir pastane vardır. çook uzun zamandır oradadır. ahşap vitrini, iki kardeşin isimleri yazan eski tabelası, vitrinindeki çikolata kutuları neredeyse ilk günden beri değişmemiş gibidir, en azından benim bildiğim yıllar boyunca hiç değişmedi bu dekor. gözümüzün önünde yaş alan iki kardeş beyaz önlükleri ve şapkalarıyla dururlar tezgâhın arkasında. biri suskun, diğeri esprili ve konuşkan bu adamlar, -kuru pastalarını pek denemedim ama-, gerçek bir supangle yapıp satarlar küçük kaplar içinde. ucuzdur ve her zaman aynı lezzettedir.

bugün yolumu oraya düşürdüysem, sadece supanglenin hatırına değildi. temel problemin güvensizlik olduğu, hiç bir şeyi bıraktığımız yerde bulamadığımız, değişim adı altında kıymet bilmezliğin yüceltildiği ve bütün tatların hormonlandığı bu hayatta neşe pastanesi'nin aynı kalmaktaki ısrarının iyi geleceğini biliyordum.
güneşin batışına, ayın hallerine, 'aman canım, sürekli oluyor işte' diyip sadece romantik bir meseleymiş gibi burun kıvıranlar da, hergün ısrarla doğan güneşin ışıklarıyla ısınıyorlar.

------------------------------------------------------------------------------------
fotoğraf: hindistan'da bir güneşbatışı töreni

11.2.06

kış uykusu



kış depresyonu dedikleri şey aslında, mevsimlere göre yaşamayı terkeden insana doğasının bir hediyesi. doğa, doğallık filan deyince, 'neresi doğal bunun, şu yaşadığımız hayata bir baksana' diyorlar. ben de onlara diyorum ki, bütün bunları, yani şehirleri, iş hayatını filan, herşeyin üzerinde tuttuğu beyniyle yapan bu garip mahlûk, bedeninin ve ruhunun kafasına göre takılması ile bu sonuçları yaşıyor işte. sonra ayıkla pirincin taşını. etrafta herkes ağlıyor, herkes bezgin, hayat yorgunu. hepimizin akılcı nedenleri var, yaşadığımızı çok özel sanıyor, daha öncekilere ya da başkalarınınkine hiç benzemediğini düşünüyoruz. sevgilisinden ayrılınca aç çocukları hatırlayanlar gibi, güneş gidince dünyamız kararıyor.

'huzursuz ruhlar' olarak bahara da ayrı kulplar buluruz, doğrudur. ama yine de biliyoruz ki, bir kaç ay sonra güneş herşeyi parıltısıyla yokedince birden hiçbirşey olmamış gibi olacak. 'şükür bu kışı da atlattık.'

kış uykusuna yatanların, her yıl üşenmeden onca yolu katedip sıcak yerlere gidenlerin bir bildiği var elbette.
***
bu sayfaları 'ufak ufak' takip eden bir sevgili arkadaşım, "ben yazamıyorum, bari tabağı boş göndermeyeyim, senin yazılara karşılık al sana bir iki fotoğraf" demiş. ne iyi etmiş. amatör deneme filan diyor, ben de ona, aman elleme amatör kalsınlar diyorum. ayrıca, sanki kışı sevmezmişim gibi anlaşılabilecek satırlara, gümüş rengi bir havanın ve kara bulutların nasıl insanın içini serinletebileceğini hatırlatarak çok güzel eşlik ettiğini düşünüyorum.
------------------------------------------------------------------------------------
fotoğraf: döne yalçın/kuruçeşme

10.2.06

'dev bir kaya'



"yazmak bazen dev gibi bir kayayı yerinden oynatmaya çalışmaya benzer, bazen bir gümüş balığını suyun içinde kovalamaya. yazı bir çekiçtir ve ruj da olabilir aynı zamanda. ölülerin tekrar dirilebildiği ve tekrar ölebildiği ve hamamböceklerinin bile bir orhan gencebay şarkısı eşliğinde delice dans edip sevişebildiği tek yerdir yazı, çünkü yasaklanmıştır artık bütün tavukların ya da hamamböceklerinin dans etmesi ya da sevişmesi. bu bir sanrı ya da değil, ne fark eder? birilerinin kulaklarına kendi sesleriyle korku ya da şehvet fısıldayabildiğin yerdir yazı. güvercinlerle konuşabildiğin, karınca ordularıyla ingiltere'yi işgal edebildiğin yerdir. garip bir özgürlük alanı. korku ile girdiğinde beceriksizlik urganının ayaklarına dolandığı ve seni her cümlenin sonunda yere devirdiği ve en fazla beş kez tekrar ayağa kalkıp yazmaya devam edebildiğin, karanlık bir mağara ya da mavi hatta kırmızı bir okyanustur yazı. sen nasıl istersen öyle giyinir bütün tilkiler ve böğürtlenler senin istediğin dili konuşurlar ve senin dilediğin renktedir bütün fareler. bir tür stajyer tanrılık, ne istersen var: baş ağrısı, bel ağrısı, kıç ağrısı, yalnızlık boku, sanrılar, rüyalar, piyano çalarken sevişebilen ve aynı zamanda güzel yemek yapabilen kadınlar ve hepsi altından çift penisli adamlar, istediğin her şeyi yaratabilirsin eğer cesaretin varsa ve her ebeveyn gibi tüm yarattıklarının sorumluluğu senin üzerindedir. kendi yarattığın devle dövüşmek zorundasın, yazdıklarını bir çakmakla yok edebileceğini sanıyorsan yanılıyorsun. ateşte kaybolabilen hiçbir sözcük gerçek değildir, çünkü yanmayı ve buna rağmen hayatta kalmayı bilmiyorsa, bellidir, hiç geçmemiştir cehennemin deliğinden. napolyon'u dikiş ipliği ile boğabilirsin ama maharet ipliği kopartmamaktadır. elinden kurtulduğu an verecektir senin ölüm emrini, biraz nişasta ve bolca yoğurttan yarattığın napolyon.

güvercinlerin mezarı olmaz, genelde bina aralarında çürür kanatları, sözcükler de onlar gibi havadayken ölürler ve nereye düşerlerse orasıdır mezarları. sözcükler ve cümleler yenilebilen ve kusulabilen şeylerdir. öfkeni yaldızlı bir kılıca ya da bir kıça dönüştürebilirsin.

yak, yık, boz, parçala, yeniden yarat dünyayı! bütün yüzleri yeniden çiz, çocuklarınki hariç. bütün öksüzlere çiçek adı ver. kapı kapı dolaştır ve bütün çirkin kadınlarla seviştir prensi, herkesi sevindir. mezarlıkları kaz, hiç şarap içmemiş olanları dirilt yeniden, ya da hiç sevişmemiş, ya da denizi hiç görmemiş, bisiklete hiç binmemiş olanları dirilt yeniden. binlerce roman, milyonlarca şiir, trilyonlarca öykü hepsi zihninin bir yerlerinde kağıt oynayıp vakit öldürüyorlar, saçlarından tut ve eğlencemize kat onları. sıkıldığında tut bir kaplumbağayı güneşe işesin ve söndürsün. karanlıkta bırak ademi ve alemi bırak dövüşsünler ve dövüşü bir aşka çevirebilsinler. mezarlığı yık ve bir lunapark kur yerine, sirkte işe al bütün zebanileri bırak boyasınlar yüzlerini, bütün ölü askerler yavru bir kedinin çişiyle yıkansın ve arınsın cinayetlerinden ve şehadetlerinden. kalem sende, kağıt senin, korkma yaz. korkma yaz. korkma yaz. yarat yeniden her şeyi. kendi dilinde sigara söndürmekten çok mu farklıdır yazmak? çırılçıplak şehrin ortasında koşmaktan daha mı az ayıptır? sittiret yaz. önemli değil, olsun sen yaz. okumuyorlar, okumayacaklar ve anlamayacaklar biliyorum ama sen yaz. ataların dediği gibi sen...
sittiret yaz."


kenan aybastı/istanbul
hayvan dergisinin ocak 2006 sayısından alınmıştır


-------------------------------------------------------------------------------------
not: boşverin ana akımların gazetelerinde, dergilerinde yazanları, söyleyecekleri bir sözleri olmadan sürekli aynı lafları geveleyerek konuşanları... ne varsa bloglarda, fanzinlerde, alternatif dergilerin okur köşelerinde saklı!

2.2.06

ebru gibi şarkılar



pavarotti haberlerini duymuşsunuzdur. malzemeler değişiyor konu hep aynı. ille de bir başlık gerekirse, 'ilerlemenin mutlaklaştırıldığı ve ille de batılılaşma sanıldığı üçüncü dünya ülkelerinde, batılılaşma ile milliyetçilik ikileminde, keskinleşme, köşelerini sivriltme çalışmaları...' filan denebilir belki. ama başlık atmam gerekmiyor allahtan! yine hafızaya başvurmak ve biraz gezinmek yeter. dallanıp budaklanmaları bir tarafa bırakıp yalnızca bu klasik batı müziği/halk müziği meselesine, birilerine göre kavgasına bakalım biraz.

operaya gitmiş bir erzurumlunun "erzurum erzurum olalı böyle zulüm görmedi!" dediğini duymuşsunuzdur. şehir değişir, fıkra hep aynı kalır, her anlatan, anlayarak gülümser. çünkü memleketimin insanı opera dinleyerek büyümemiştir, buna zulüm demesinde anlaşılmayacak bir şey yoktur. tıpkı, ben bir türkü söylerken kendisini gülerek odadan dışarı atan alman arkadaşıma acılı bir türkünün komik gelmesinde anlaşılmayacak bir şey olmadığı gibi!

şunu hepimiz bal gibi biliyoruz ki, 'klasik müzikten başka şey dinlemem' cümlesi pek bir yaygındır artık elitistler mi desek, bilemedim, bir kısım şehirli vatandaş arasında. ki memleketimde dedesi köylü olmayanların sayısı kaçtır merak eder dururum.

cumhuriyetin ilk yıllarında osmanlı geleneği diye klasik türk müziğinin yasaklanmasının bu işlerle bir alâkası yok mu sizce? ya da, bir operacı olarak türkü söylüyor diye ruhi su'nun karşılaştığı direnci unuttuk mu? koskoca operacı ve basit türküler! pek sevdiğim suna kan'ın ve eşi faruk güvenç'in ankara'da -sanırım- opera binasında verilecek ıtrî konserinin afişlerini yırtıp, 'bu adamlar buraya giremez' dediklerini duyunca, yıllar sonra bile olsa benim kanım donmuştu, -anlatanların yalancısıyım. sizin kanınıza da dokunmuyor mu bu kadar fanatizm? dayanamayıp bir de bugünden örnek vericem. tan sağtürk, yıllardır güneydoğuya bale hizmeti 'götürmeye' çalışıyor ve bunu öyle bir misyoner tavırla, hayat memât meselesi gibi sunuyor ki, sormamak elde değil. batıda bile klasik bale arkaik sanat muamelesi görürken, neden diyarbakırlı çocuklar bale yapmak zorundalar allahaşkına?

ilk aşklarının fonunda orhan gencebay şarkıları çalan, trt'nin radyo programlarından yes, pink floyd, led zeppelin filan kaydeden, istanbul'a gelince hasbelkader bedava bilet bulunduğu için senfoni orkestrasının haftasonu konserlerine, festivallere gidip klasik batı müziğinin müptelâsı olan ben, ıtrî'nin saz semaisinden de aynı lezzeti alıp, nasıl olup da bütün bunları birarada duyamıyorlar diye hayret edip durdum yıllarca. herbirini başka başka insanlarla paylaşıp, birilerine göre parçalandım, dağıldım, aslında genişledim. inanmayacaksınız ama, çok azdık. bunun da adı bütünlük filandı sanırım. bakmayın şimdi barlarda finaller 'batsın bu dünya' diye yapılıyor, herkes roman dansı öğrendi, pop müzikçinin türkü de, şarkı da okuyanı makbûl. müziğin türkçe olanının ayıp sayılmadan, aşağılanmadan dinlenebilmesi şunun şurasında kaç yıl? barlarda ne zamandır türkçe parçalar çalıyor? diğer toplumsal etkileri bir kenara bırakıp yalnızca müzikten bahsedersek, biraz dünya halk müziklerinin itibarlarını almalarında yolaçıcı olan peter gabriel'e, biraz da 90 sonrasının parlak müzisyenlerine borçluyuz bunu. 20'li yaşlarına kadar hiç türkçe müzik dinlemezken bunda bir saçmalık olduğunu farkedip dönüp toprağını dinleyen replikas'a, duman'a, baba zula'ya ve diğerlerine...

pavarotti aryalarıyla protesto gösterisi yapanların, elllerinde imkân olduğu anda, -söylemekte beis yok, iktidarda olduklarında, türkü kasetlerini pencereden dışarı atmayacaklarından, arabeski aşağılamayacaklarından emin oluyorsanız ne âlâ. baskının, otoritenin, kendi tercihlerini dayatmanın binbir halini yaşadı bu topraklar. ille de taraf olmak gerekmiyor bu anlamsız iktidar savaşlarında. bertaraf olmamak için, bütün seslerin bir arada çınlayabildiği bir şarkı söylesek diyorum.

-------------------------------------------------------------------------------------
not: bir sevgili yazarımız, mozaik benzetmesini sevmediğini, ebru'nun birarada yaşamayı daha iyi sembolize ettiğini söylüyor. birbirinin içinde eriyen renkler, tek başlarına ve birlikte olabilen şekiller...

not: dünya müziği meselesi de az tartışmalı değil hani. bir de her yaptıklarını füzyon diye yutturmaya çalışanlar var. ama konu o değil. elbet bir vesile olur, başka zaman konuşuruz.