31.12.05

tombala



1987'yi 88'e bağlayan gece ortaköy'de toplananlar, kendi şehirlerinde sokakta bir yılbaşı geçirmenin saf sevinci içindeydiler. büyücek bir arkadaş evi gibiydi meydan, hava soğuk muydu, müzik sistemi iyi miydi, sunucu çok mu konuşmuştu, kimsenin umrunda değildi. sahnede bulutsuzluk özlemi, acil demokrasi'yi mi söylüyordu, ondan da emin değilim. belki de zihnim bana bir oyun oynuyor. tanımadığı insanlarla kolkola zıplamanın tadını yaban ellerden bilenler, burada olduklarına inanamıyor gibiydiler. sonra ortalık karıştı, polis, kavga, şu, bu.. ben, taze bir aşkın ve biberli cinin sarhoşluğuyla pek bi şey hatırlamıyorum. ama o geceyi yaşayanların zihninde bu sadece bir detaydır diye düşünüyorum nedense. bize kalan, karanlık gecelerden sonra aydınlık bir hediyeydi.
***
haftanın 4-5 gecesini dışarlarda geçiren, beyoğlu cemaatinden bir arkadaşım, yılbaşında evde olacağını söyledi: "varoşlar kazandı!"
ha şunu bileydik!
***
o ortaköy gecesinden sonra, giderek artan bir kalabalığa, taciz ve kavgalara rağmen, sokakları terketmedi insanlar. hep beraber eğlenilebileceğini savunuyorlardı, elbette sokaklar herkesindi...
geçen sene taksim'de bir lokantanın girişine sığınıp, hayatımda ilk kez 'gelin beni alın' demek için arkadaşlarımı arayıp ulaşamayınca yaşadığım panik duygusunda yalnız değildim sanırım. linç kalabalıklarını andıran gözü dönmüş, neşeyle, eğlenceyle hiç ilgisi olmayan suratların arasından geçip tanıdık bir yere ulaşabileceğime inanmam için orada yarım saat kadar beklemem gerekti. ironik bir biçimde, o günlerin gündem konusunu hatırlayıp bu kalabalıkların, 'hani nerede avrupa, hemen gireceğiz' dediklerini düşündüm nedense.. sidik deresi olmuş yollarda tek hatırladığım ağlayıp bağırarak gecenin ve ortamın berbatlığından sözeden insanlardı. yeni yıl kutlu filan değildi. hiç kimse için..
***
hadi söyleyelim. bu kalabalıkları mümkünse tamamen gözden uzak tutmak isteyenler, dikenli tellerin ardında, korunaklı, çamlı, noel babalı eğlencelerini sürdürecekler. anlayan, savunan küçük azınlıksa, arasına karışamayacağı kalabalıkların altında kalmamak için kenara çekilecek.
***
tombala eğlenceli bir oyundur, hiç küçümsemeyin. hepinize iyi seneler.

27.12.05

yıldız!



oldum olası kafamı meşgul eden, ilgimi çeken bir kadın oldu yıldız tilbe. televizyona çıktığı ilk gün yanık sesi, kırılgan gövdesi ve şeffaf ruhuyla söylediği türkü ile çarpıldığımdan beri: "zülüf dökülmüş yüze..."
yanında gözyaşları ile dinleyen, 'hepimizin sevdiği, müzikleriyle büyüdüğü kraliçe', herkesin bilip hiç kimsenin yazmadığı bir nedenle onu bir süre sonra hayatından uzaklaştırdı. izmir'deki pavyondan çekip istanbul'daki evine getirivermişti bu güzel sesli kürt kızını, şimdi de gönderiveriyordu işte. bu kadar kolaydı...

bu neredeyse sokağa atılmanın, daha sonra yaşananlara bir zemin oluşturmadığını kimse söyleyemez herhalde. başkalarının hayatını böyle sert biçimde yönlendirenler sorumluluk filan almadı, kimsenin aklına da bişey sormak gelmedi. akıl almaz biçimde, birilerinin canını yakmak, birilerini ise sonsuza kadar korumakla görevlendirilmiş gibi duran 'medya'da hep eşitsizlik içinde sunuldu olan biten: arıza kadın/anlayışlı kraliçe!
belli ki yıllarca bu yalnız bırakılmanın sıkıntısını yaşadı. umutsuzca anlaşılmayı ve kabul edilmeyi istedi belki de, bilemiyorum, ambargonun nereye kadar uzandığını kestiremiyorum. ama yine de bu konuda pek konuşmayan yıldız'ın söyleyiverdiği bir laftan tahmin yürütebiliriz: "beni sevdiğini söylüyormuş. iyi ki seviyor, bir de sevmeseydi ne olacaktı kimbilir!"

sonrası malûm. yanık sesli bir yorumcu olması öngörülen yıldız, beklenmedik biçimde söz yazıp beste yaparak zirveye oturdu, yalnızca adıyla anılan ölümlüler arasına karıştı. hem güzel şarkılar yaptı, hem sevildi, hem de sattı. ama bütün bunlar başkalarına güç ve istikrar getirirken, onun savrulmaları, yalpalamaları hep sürdü. öfkesi, kendini ve kimi zaman da çevresini yakıp kavurdu, saldırılara açık kıldı onu. neredeyse adıyla anılabilecek dansı gibi kendine özgü, dengesiz gibi ama dengeli, deli gibi ama akıllı bir kadın o aslında. müziklerindeki başına buyruk takıntılı tekrarlar ve danslarındaki kişiselliğin de etkisiyle björk'e benzetiyorum ben onu. çoğunluğun burun kıvıracağını bile bile. 'şarkılarım da şarkılarım' diyip başka bir şey demediği halde, onu müzisyen, söz yazarı ve yorumcu kimlikleriyle değil de, biraz komik, biraz zavallı, ama evet çok samimi bir figür gibi ve alenen 'deli' diyerek sunanlardan birine, kendi 'makina'sında cevabı verdi müstehzi bir gülüşle: "ben de seni idare ediyorum okan!"

şimdi yeniden, muhtemelen bunu hiç kastetmeden, başka bir dokunulmaz güç odağının karşısında. şarkılar söylüyor, dansediyor, eğlendiriyor. birilerinin onu arkasından ittirmesine, bu reyting kavgalarının tarafı yapmasına ne kadar dayanacağı ise meçhul. git/gellerle dolu ömründe onu bu kadar güzel, kendine güvenli ve sakin görmüş müydük bilmiyorum. bu yüzden biraz daha iyi kalsın istiyorum, stüdyoda annesinin ayakkabılarını giymiş kız çocuğu gibi sekerken düşmesin diye dua ediyorum, çoğu zaman yaptığı gibi ayakkabıları fırlatıp çıplak ayaklarla sallansın, eline tutuşturulan soruları sormasın, onu seven ve eğlenenlerle birlikte türküler söylesin istiyorum bir süre daha. herkes samimiyetten bahsederken o öylece dümdüz baksın kameralara. tv seyretmenin arada bir böyle hediyeleri olsun.

18.12.05

çok uzak, fazla yakın



iran’a ilk kez 1998’in sonbaharında gittim. bir otobüsün içinde ülkeyi bir uçtan diğerine katederken beni saran ve sarsan ilk duygu, bu kadar yakınımızda olan bir ülke hakkında nasıl olup da bu kadar cahil olduğumdu. bunun yalnızca benim cehaletim olmadığını dönünce anladım. düşününce herkes anılarından birkaç iranlı arkadaş çıkartıyordu, üstelik onlar çok sevilen arkadaşlardı. ama bir bulut çökmüştü anıların üstüne ve iran deyince herkes yalnızca mollaları hatırlıyordu. bir de üstelik, ülkede yaşamaya devam edenlerle, ülkesini terkeden, terketmek zorunda kalanları ayrı kefelere koyarak... gitmekle kalmak arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu unutuveriyor insan.

hatemi cumhurbaşkanı olalı bir yıl olmuştu ve ülkeye daha önce gelenler değişimi hemen farkettiler. artık pek ortalıkta görünmeyen devrim muhafızlarının giyim ve davranışlara müdahale etmesinden tut da, kadın fotoğrafları olan gazeteleri toplamalarına dek bir sürü hikâye dinledik. acemice örtünüp çıkıyorduk sokaklara, yabancı olduğumuz her halimizden belliydi, hiçbir tepkiyle de karşılaşmadık. insan malzemesinin, ilişki biçimlerinin ve günlük hayatı yaşama coşkusunun nasıl bambaşka köklerden beslendiğini, şimdilerde 23 yaşına giren rejimin bunu hiç de öyle radikal biçimde değiştiremediğini düşünmüştüm hayret ve keyifle.

-------------------------------------------------------------------------------------

yıl 2002. daha önceki içinden geçme macerasından yıllar sonra, günlük hayata dalmak, insanlarla tanışmak ve film festivalini izlemek üzere tahran’dayım. geniş caddeleri ve kaldırımları, iki-üç kavşakta bir karşıma çıkan meydanları, caddelerin iki yanından akan, bazen neredeyse birer dereye dönüşen arkları, adım başı çeşit çeşit taze meyve suyu ve çörek satan büfeleri ve büyük yeşil alanları ile gerçek bir ‘şehir’ tahran. tabloyu bozan tek şey, hava kirliliği. arkasını iran’ın en yüksek zirvesi olan elburz’un da içinde olduğu sıradağlara yaslayan tahran, trafikteki çok eski arabaların ve taksi motosikletlerin yaydığı ciddi bir kirlilikle boğuşuyor. ama gençler, bütün gürültüsüne ve kirliliğine rağmen tahran’ı tercih ediyorlar yaşamak için: “herşey burada!”
sinema, tiyatro, festivaller ve giderek yaygınlaşmakta olan internet. ama elbette asıl önemlisi, özgürlük ortamı.

çok canlı ve yaşayan bir şehir tahran. ‘siesta’ saatlerinde sokaklar boş, dükkânlar kapalı. saat 4’ten sonra ortalık şenleniyor. alışveriş, yemek, piyasa... sanılanın aksine ne kaçgöç, ne de haremlik-selâmlık. olsa olsa bildik aile salonu durumları. belediye otobüslerindeki haremlik uygulaması, ulaşımın büyük yükünü taşıyan taksi dolmuşlarda geçersiz. yani kadınların örtülerini çıkartırsanız, ülkenin nasıl yönetildiğine dair pek ipucu kalmıyor geride. yani en azından ilk bakışta.

iran’a giden kadınlara sorulan ilk ve bazen de tek soru şu: “örtündün mü?” oysa bu soruyu geçmek ve bilmem kaç yıllık uygarlığın üzerinde oturan bu zengin birikimli ülkeyi, caddelerinde sular şırıldayan şehirleri, hemen ve can-ı gönülden bağrına basan insanları, neşeli ve özgüvenli kadınları, maçoluktan uzak erkekleri, çayhanelerinde nargile eşliğinde müzik dinlemenin tadını, şair mezarlarında şiir mırıldananların seyrini anlatmak istiyor insan. sokaktaki yaşamın, çocukluğun kokularını hatırlatan başka başka hallerini anlatmak.

ama unutmak mümkün olmuyor. kötü bir kaza gelmiş ülkenin başına ve hayatların tepesine çöken rejim herşeyin üstünde ve yanıbaşında duruyor elbette. iranlı kadınların şah rejimini protesto etmek için taktıkları örtüler başlarında kaldı ve hatemi sonrası gevşeyen günlük hayatta görünürdeki en büyük yasak olarak hâlâ duruyor. şehirli kadınların neredeyse saçlarının yarısını açıkta bırakacak biçimde arkaya kaydıkça kaymış, ama bir türlü tümüyle sıyrılıp inemiyor. kaldı ki ne kadarı rejimin baskısı, ne kadarı geleneksel, ne kadarı alışkanlık; yasak kalkmadan anlaşılacak gibi değil.

kısa bir süre bu kaderi paylaşmak zorunda kalan yabancılar öyle zannetse de, dokuz yaşında hicaba giren ve artık eşarplarını bir parçaları gibi taşıyan kadınların yaşadığı en büyük zorluk bu değil elbette. dindar hristiyanlar aşırı kapanıp çarşaflara bürünerek, lâik müslümanlar da sürekli yakınarak meseleyi yalnızca buna indirgiyorlar; iranlı kadınların aslında ne düşündüğü ve ne yaşadığıyla ilgilenmeyip, kendi düşüncelerini onlara yamayarak. erkeklerle birlikte toplumsal yaşamın her alanında görünen iranlı kadınlar ise, rejimin ilk yıllarında seyahat bile edemezken gıdım gıdım aldıkları özgürlüklerinin detaylarıyla meşguller.

-------------------------------------------------------------------------------------
not: bu yazının üzerinden neredeyse dört yıl geçti. politik değişikliklerin farkındayım, ama haberler insanı anlatmıyor. ve iran'la ilgili her haberde benim canım yanıyor. komşunun evinden gelen seslerin yanında bir de bu izlenimler olsun istedim.

16.12.05

engellenemeyenler



kelimeler sırtlarına yüklediğimiz ağırlıkların altında eziliyorlar. sonra o yükleri alıp taze bir kelimeye aktarıyoruz. bir süre sonra elbet aynı âkıbet. bakış düzelmedikçe kibarlığın ve siyaseten doğruculuğun faydası yok.
***
kelimelerin seçimi elbette ideolojik. frenkçesini kullanmayı kibarlık, kibarlığı da marifet sayanlar 'don' deyince yerlerinden zıplıyorlar, oysa 'külot' sadece bir iç çamaşırı! 'homoseksüel' deyince düşünceler değişiveriyor sanki, ya da 'fahişe'lik bir meslek de, 'orospu' hakaret gibi.
***
yeğenim, adaşı olan koca şairin lafını daha iki-üç yaşlarındayken öğrendi ve 'ayıp' lafları sevmeyen büyüklerine karşı fırsat buldukça kullanıyor: "bizim oralarda göte göt denir dede!"
***
genç bir kadın, neredeyse sarışın der gibi bir hafiflikte sakat diyiveren annesini, ayıplayarak düzeltti: "sakat değil, özürlü!"
oysa 'sakat'ın sevimsiz yükünü taşıyanlar bile hoşlanmıyorlar bu kelimeden: "neyin özrü, defolu muyuz biz?"
yerine önerilen ve daha çok tercih edilen 'engelli' de sorunlu. kamburluk neye engel ki? çocuk felci geçirip zorlanarak da olsa yürüyenlerin engeli ne? ya da fotoğraftaki kadını ne engelleyebilmiş? gidip sitesine bakın, sonra oturup engellerimizin listesini çıkaralım hep birlikte. sakatlar derneği'nin sitesindeki tartışma sayfalarında bu kelime seçimlerinden yakınıyor başka bir kadın: "benim adım oya, bana sadece oya diyemez misiniz, ille de başına bir şey eklemek zorunda mısınız?"
görünür sakatlığı olmayan biri olarak bunları söylerken birilerinden güç alıyorum. meselâ, kadına kadın diyemeyenlerin sakata da sakat diyemediklerini söyleyen nazmiye güçlü'den. güçlü'ye göre sakatlar, kendine sakat, özürlü ve engelli diyenler diye üçe ayrılıyor. o halde kendi seçimimizi yapabilir, yüksüz kullandığımıza ikna oluyor ve ikna ediyorsak sakat diyebiliriz ille de kullanmak zorundaysak. ama oya'nın dediklerine kulak asmakta fayda var. üstelik yalnızca bu tanımlama için değil. insanları kategorize etme kolaylığı her yerde.

"sarışın der gibi bir hafiflikte" demişim ya, kim demiş 'sarışın' yük taşımıyor diye! sonuç olarak aslolan niyettir, kelimelerin bir suçu yok.

---------------------------------------------------------------------------------
not: moleschino'daki vera little yazısına da bir bakıverin. ne kadar geniş açılı olursa olsun tek çerçeveden bakmanın nasıl kısıtlayıcı olduğunu anlamak için. sonra belki bir kez daha düşünürüz, kim özürlü, kim engelli...

10.12.05

anadolu'nun yangını



sultanların dansı fırtınası ortalığı altüst ederken, televizyondaki ilk görüntüler beni de heyecanlandırmıştı doğrusu. enerji, dinamizm, coşku filan.. sonra bir arkadaşımız davet etti, gittik gördük. olay sadece sahnede olan bitenden ibaret olsaydı 'bunlar da böyle bişey yapmış' deyip geçebilirdim. ama ortalıkta 'halk danslarını sevdirmek, ölmüş kültürü canlandırmak' gibi büyük büyük laflar dolaşıyordu, yüz tane adam ayaklarını aynı anda yere vurabiliyor diye ağlayanlarla dolu bu katarsis içimi bulandırmıştı. toplu isteriye kapılınmadığında başa gelen geldi elbette. 'sen de hiçbişey beğenmezsin zaten!'
birileri bu gösterinin biryerlerden (ç)alındığını, altına da türk halk oyunlarının bir-iki ezgisi ile iki-üç ayağının döşendiğini açık etse de sesler fırtınaya gömüldü kaldı. sonra irlanda halk dansları yapan ekip boy gösterdiğinde herkes, 'aaa, ne kadar da benziyor' dedi ama atı alan çoktaan..

bu isterinin (hatırlayın, millet otobüslerle yalnızca bu gösteri için istanbul'a taşındı durdu aylarca) sonuçlarını görmemiz fazla zaman almadı. siyah çoraplı-mini etekli-makosen ayakkabılı kızlarla balet edalı oğlanlar, ille de hızlandırılmış ritmlerle elleri bellerinde çiftetelli/çepikli/horon esintili bir garip danslar etmeye başladılar heryerde. kendimi sürekli, 'yaa bi durun, bi zıplamayın' derken yakalıyordum seyrederken. zenginliğine akıl sır ermeyen anadolu'nun birbirinden o kadar farklı dansları, müzikleri aynı salçalı sosa batırılmış bulamaçlar misali önümüze sürüldü. hem de dedim ya, 'sevdiriyoruz, canlandırıyoruz' diye diye. 'ölen yok, kimse hasta filan da değil, siz niye kendi kendinize gelin güvey oluyorsunuz' demek geliyor insanın içinden. şimdi çocuklara, gençlere sorun bakalım halk dansı nedir diye, size bu garip bulamaçlardan sözedeceklerdir eminim. sevdirilen bir projedir eninde sonunda. dünyaya buradan gitmiş bir kelime olan 'sultan'a, gâvur bile öyle telaffuz ederken 'saltın' diyerek nereden baktıklarını çok fena açık edenlerin projesi.

benzer bir çerçevede, türküler hakkında da konuşuluyor. cengâver gibi savunanlar var, 'kardeşim niye bozuyosun, git yeni bişey yap' diyerek. yeniyi yapmanın hiç de kolay olmadığını bilen bilir. bu durumda eskinin yanında edebinle durup şapkanı çıkartabilirsin meselâ. hem merak etmeyin, binlerce yılın öğüttüğü kültür, birilerinin canı istedi diye bozulmaz, değişmez. o kendi ritmini ve tadını tevazuyla korur, ağır ağır dönüşür, dönüştürür.

-----------------------------------------------------------------------------------
not: televizyonlardaki dans yarışmalarına gözatınca aklıma düştü bu konu. hele bir de 'saltıns'ı duyunca dayanamadım.

4.12.05

şahane şeyler 1: misket



geçenlerde bir sokaktan geçerken yerde bir misket parladı. hemen eğilip alıverdim bana bırakılmış bir armağan gibi. bir sürü misketim var cam bir kâsenin içinde, ama bütün 'çocuklar' bilirler ki, yeni bir miskete kimse hayır demez. iki adım attım, bir tane daha. sonra bir tane daha. çocuklar oyunu nedense bir süreliğine terketmiş olmalılar, sokağı kendilerinin bilip onları da öylece orada bırakmışlar. aldığım misketi yere, diğerlerinin yanına bırakıp gözüm arkada kalarak uzaklaştım. evlerimizin, kilitli kapıların arkasında başladığı bu şehirde yanıbaşımızda çocukların sokak ortasını böyle kullanıyor olmalarına bayıldım.

misket bisürü güzel ismi (mile, bilye, cicoz..) olan güzel bişeydir: formu, evrenin en kararlı formu, malzemesi, doğanın en güzel hediyelerinden biri. kaleydoskop gibidir, yakından bakınca dünyaya benzer, o renklerin nasıl olup da içinde dalgalandığına şaşarsın.
sadeliği ve mısır'da bir çocuk mumyanın yanında bulunması da kanıtlar ki, dünyanın en eski oyunlarındandır. bu basit formun içinde müthiş bir çeşitlilik arzeder. herbirini diğerinden ayırt ederek sever çocuklar misketlerini. hem değişim aracıdır, mülkiyetle kurulan ilk ilişki belki de. hem de teker teker ve özenle biriktirilse bile, bir anda havaya atılıp paylaşılacak, vazgeçilecek kadar ortak. oynanan oyunlardan çok nesnenin kendisinin önemli olduğunu düşündürür. satın alınmaz, oyun içinde kazanılır, kaybedilir.
eskidikçe matlaşır, küçük kırıklar edinir, kıdemlenirler. çocuklar eskidi diye atmazlar onları. ilk misketlerini hele, hiç unutmazlar.

misket, çocukluktur, oyundur, sokaktır... daha ne olsun!

3.12.05

eziyet nesneleri 1: yüksek topuklar



nesnelerin masum olmadığı malûm, ama bazıları o kadar çağrışımlı ki, yaklaşmak kolay değil. fetişizmden cinsiyet rollerine, boy sorunundan şehir hayatına seç, beğen, al.
kadın olarak, kişisel yaklaşımın tek göstergesi var oysa: giyersin, ya da giymezsin, gerisi lafügüzaf. ama şehir hayatının dipdibeliğinde, ağaçta bulabildiği dala tek eliyle tutunmaya çalışan maymunlar misali diğerlerinin tercihlerinden payımızı alıyoruz. kimi zaman sessiz bir bekleme salonunda ya da bir kahvede, herkes kendi dünyasına gömülmek isterken yaklaşan ve esir eden bir ses: tak, tak, tak... topuklarıyla yarattıkları gürültüye aldırmayanların, hayatlarını da başkalarının kafasına çakmaktan geri durmayacağını söylemek fazla mı olur? olsun, söylüyorum. eziyet demem boşuna değil, mesele de yalnızca ses değil. aslında ‘ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur’. yoksa, gerçekten de yalnızca gövdeye işkence etmek için tasarlanmış gibi duran bu şeyleri kendilerine lâyık görmelerinden kime ne allahaşkına?

söylenmesi gerekeni söylemekten de geri durmuyor kimse. ‘yüksek topuk hasta ediyor’ yazıları sigaranın zararlarını anlatan berbat afişleri hatırlatıyor. nasıl kadın olunacağını öğretip duruyorlar, yok topuklu-düz, yok g-string-pamuklu don, yok fettan kadın-bâkire filan diye, sonra da topuğun zararlarına ilişkin cümleler meselâ. bir kefede sağlıksız ayaklar ve kimi zaman ağrılı bir omurga, diğerinde koskoca bir kadınlık imajı... üstelik muhtaç olma/ihtiyaç duyulma oyununun nadide parçalarından biri olarak kadın/erkek ilişkisinin biryerlerinde duruyor. direnebilmek ne mümkün!

ayağını yere sağlam basmak gerek. tam anlamıyla ve bütün çağrışımlarıyla... yani yardımsız yürüyebilmek, canının istediği her yere gidebilmek, arabasız yaşayabilmek, yokuşları sekerek inip, tepelere tırmanmak, arada sadece canın istediği için yollarda koşmak, hayatın getireceği sürprizlere bedenen hazır olmak. korkmamak... 'bayan' değil 'kadın' olmak.

yarattıkları sahte kavramları ikiyüzlü hayatlara iade etmeli.