27.11.08

görmeyi, duymayı, söylemeyi bilmek gerek..



Vasat olana çoğu zaman bir ‘eh işte..’ yeterlidir. Oysa iyi ile kötü için konuşmaya, yazmaya doyamaz insan. Açılımlar, çağrışımlar, göndermeler, alt metinler tükenmez. Çünkü iyi, bütün bunları taşıyan ama yükünü hissettirmeyendir. Kısaca, Üç Maymun iyi bir film, Nuri Bilge de iyi bir yönetmen. Lafı çoğaltmadan önce bu başlığı atmak gerek.

***

Yöntem içeriği belli ediyor, çerçevesini çiziyor. İkinci kez kendi bütçesiyle yapmadığı bir filmde Nuri Bilge ‘bilmediği sulara’ açıldığını söylüyor ama yüzmeyi bilene öteki sular ancak yeni heyecanlar veriyor demek ki. Tedirginlik yok, acemilik yok, belki bu kendine güven o suları iyi bildiğini sananları tedirgin edebilir, etmiştir.. Yaratıcılar, nasıl göründükleri ile ilgilenmedikleri, kıyaslamadan yüzdükleri, gittikleri yere kendi atmosferlerini aşıladıkları için heyecan veriyorlar. Yaptıklarına kıyaslamadan bakınca tad alınabilir ancak. İllüzyonist nasıl oluyor da uçuyor demeden, ipi görmeye çalışmadan bakmak iyidir. Bence soru şu: Ceylan’ın daha önceki filmleri insanda ipi görme isteği mi uyandırıyordu, yoksa o mu ipi bilerek görünür kılıyordu? Birileri ‘ilk kez bir filminde sıkılmadım’ diyorsa, bütün Ceylan filmlerini seven biri olarak mesela ben, bunca düşünülmüş, incelikli bir filmi, herşeyi unutup tadını çıkartarak seyredip kendimi o yaratılmış dünyanın içine düşünmeksizin bırakabiliyorsam bu bir farktır. Üzerine bir yazı yazıp kendi çağrışımlarımızın peşinde sürüklenirken bile bu farka akıl yormayabilme lüksümüzü saklı tutuyoruz.

***

Senaryo, diyalogları değil suskunlukları yazma becerisi esasen. Cümlelerine, kelimelerine, en az düşüncelerine olduğu kadar acımadan kıyabilme, bildiklerini, çağrışımları gözden saklama cüreti gerek. Böyle olmasa, aslında ilk yarısı tümüyle bir Emrah filmiyle aynı olan konudan Üç Maymun nasıl çıkardı? Yılmaz Güney’in Baba’sı da bu sularda dolaşmıyor muydu? Ama her senaryo ve her film kendi bacağından asılıyor işte. Üç Maymun, asıldığı o kancada, işlendiğini bağırmayan, yaklaşınca ayırdedilen değerli bir taş gibi ışıldıyor.

***

Melodramı tersine çevirmek’ biraz ‘postmodern’ meseleleri gibi. Postun postu ile yaşıyoruz hayatı ve de melodram tersine çevrileli epey oldu. Tersine ve tekrar tersine, belki giderek başa.. Nereye çevrildiğini bir yana bırakalım, evet, yabancılaştırmanın biçimsel hallerini kullanmış Ceylan hikâyesini anlatırken: Göstermeyerek, konuşmaları yarı anlaşılmaz kılarak, kişilere ya savunmasız kalacağımız kadar çok yaklaşıp, ya da birer lekeden ibaret bırakacak kadar uzaklaşarak.. Söylemelerini beklerken susan, konuşmaları birbirinin görüntüsünün üzerine binen karakterler. -Aslında söyleyen kim? – İçiçe geçen görüntü cümleleri, her okunuşta yeni anlamlara açık. Film alıştığımız duyguları çağırmamızı engelliyor, kendi yarattığı duygunun içine çekiyor.. İçiçe geçmiş yeni hayatlara yeni melodram. Birşeye yeni dediğiniz anda o artık yeni olmaktan çıkıyordur belki de.

***

Oyuncu, oynamak için karaktere ihtiyaç duyar ve o karakteri yaratanın kışkırtmasına. İyi oyuncu yönetenler, yarattığı karakteri bilen, hissedenlerin arasından çıkar. Yorumcu-oyuncu, ortada iyi beste yoksa neyi söyleyip de işleyecek insanın içine? Amatörüne içindekini dışarı çıkartma cesaretini vermek, profesyoneline bildiklerini unutup yeniden bakmayı hatırlatmak gerekiyor. Bu sayede, sıradan ve çok zengin yüzleri olan oyuncular, Eyüp, Hacer, İsmail, Servet olabilmişler hepsi başka deneyimlerden gelip. Ama ille de İsmail.. Onun ağzından çıkan, filmin anahtar laflarından birini hatırlamalı: (annesinin ‘o serserilerle takılma’ demesine cevap olarak) Kiminle takıliym? Ki, hepsi bulundukları durumdan sıyrılma peşindeki karakterlerin arasında, gördüğünün bedelini ödemek için davranarak bunu kırmayı deneyen de o olur. Takılacağı yer, gideceği dünya var mı? Filmin kahramanı hiç kuşkusuz ismail’dir, filmin yıldızı da Ahmet Rıfat Şungar..

***

Filmin sonunda asimetrisi, karanlığı, yalnızlığı, ufuk çizgisine ve bulutlara yakınlığıyla ilk kez bütünüyle gördüğümüz o hiçbirşeylere benzemeyen ev (aile?), ilk sahnede, içerden dışarı bakarken sadece gölgelerden ibaret karanlık bir silüet. Küçük bir evin içinde her an yeni bir açı, başka bir eşya, eşyanın başka bir yüzü, farklı ışıkla bütünleniyor, parçalanıyor her seferinde yeniden.. Bütünlenemeyeceğini bilerek binlerce küçük karmaşık renkte kırık dökük yapboz parçasına teker teker bakarken öncekini unutarak, yenisiyle birleştiremeden, hepsi birbirine benzeyen ama aslında benzersiz parçalara gömülüyoruz. Evin terası ilk kez dışardan görünüyor, biz onun varlığından haberdar değilken. Dışarı açılan, görülebilen ama içeriyi hissettirmeyen, zaten pek fazla görünülmeyen bir yer. Geniş, ama bulanık.. Görülmesi, duyulması istenmeyen içerinin vitrini. Son sahnede, aslında detaylar içerde saklı kalsa da nasıl orada öylece bütün hantallığıyla çıplak kalakaldığını görmemiz gereken.. Terasa çıkmak, oradan dışarıya ve içeriye bakmak gerek.

***

Filmin kahramanı (olmaya en yakın aday olan) oğulu ikinci yarıda neredeyse hiç göstermeyerek özlenen, aranan özdeşleşmeye fırsat vermiyor. Finaldeki politik ve etik meselede nerede duracağımızın cevabını bu özdeşleşmenin yardımıyla çözmemizi engelliyor. ‘Bir kurşunla üçe bölünen aile.’ çözümün değil, soruların başlangıcı aslında. Çözülme engellenebilir mi? Kararan kimin geleceği? Hacer neye ağlıyor? Eyüp neyi kurtarmaya çalışıyor? Doğru nerede? Film böyle bağlanmadan da bu soruların sorulabildiğini görerek, hikâyenin bağlandığı yerin, Eyüp’ün yaptığı teklifin filmin en zayıf, tek zayıf yeri olduğunu söylemek gerek. Bu ‘son’, en hafifinden ‘ne gerek var ki?’ sorusuyla birlikte geliyor, filmi politikleştirme, söylediğinin altını çizme, kimbilir belki hikayeyi bağlama, çemberi tamamlama ihtiyacıyla, deyim yerindeyse sinik tavrını biraz zedeliyor.


----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

not: bu yazı, aslında bir projenin ilk denemesi. izlediğimiz filmler üzerine konuşup ortak bir imza ile yazma düşüncesinin yazıya geçmiş hâli. yani iki kişinin film üzerine düşüncelerini benim kağıda, kaleme dökmem kısaca. zulada duracağına burada dursun..