30.9.06

zamansız... mekânsız...

herkesi bir güzel utandırdı ilhan irem, başta beni.. aslında kesintisiz bir müzikal yaşantısı olduğunu, beraberinde bütünlüklü bir geçmişe sahip olma ihtimalini gözden kaçırdık. gözden ırak diye gönlünü de göremedik. son yaptığı albümden çalıp söyleyecek, kısaca romantik diye nitelendirdiğimiz, 'değişti' önermesini haklı çıkartmak üzere, şimdikinden çok farklı yerlere koymaya çalıştığımız şarkılarını bir kenara atacak diye korktuk. orda burda duyduğumuz bir çift lafı, mektuplarındaki 'sevecen' hitabını, 'ışık ve sevgiyle' sloganını onu sadece bu çerçevede tanıyıp sevenlerle paylaşacak, şarkılarını sevip başka da bir şeyle ilgilenmeyenleri dışarda bırakacak diye endişelendik. ama yine de gittik. biraz riskli bir durumdu, neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk, ama gittik.

ve de halt ettiğimizi hep beraber gördük. hangi parçayla başlayacağı tahminlerinde hiç akla gelmeyen o güzelim şarkıya başlar başlamaz farkederek üstelik:

zaman sevmek için çok geç, uyumak içinse erken...

aynı yumuşaklık ve aynı güçteki bu ses!
yıllardır o malûm saatlerde arada içimden tekrarladığım bu sözler!
biz mi bekledik, o mu geldi? kimi zaman tam yerine oturan o klişe laflardan birindeki gibi.. eski bir sevgiliyle karşılaşmıştık, lamı cimi yoktu.

ilhan irem tahminleri kökünden sarstı, geçmişine ayrım yapmadan sahip çıktı. lady d'arbanville' i söylemek istemeyen cat stevens örneğiyle zehirlenmişiz azıcık, şaşırdık. biz onu tanımadan önce uludağ'da otellerde şarkı söylerken ilk ezberlediği italyanca şarkıya kadar gitti, sazlıklardan havalanan ördeği hiç de küçümsemediğini, onu bis parçası olarak ayırarak gösterdi. bazı şarkıları söylemeye doyamayıp, sonlarını tekrarladı. cidden çocuk gibiydi.. o mu kaldı geçmişte, biz mi gittik yanına, bilemiyorum?
***
kendimi de katmama bakmayın, konser hakkındaki varsayımlarım bir yana, geçmişten bugüne herşeyini severim, müzikaliteden hiç uzaklaşmadığını bilirim. ama düşünce ve ruh dünyasının aslında 20'li yaşlarından beri aynı yere yöneldiğine, sözlerinde ve müziğinde ve şarkı söyleyiş tarzında başından beri aynı dertlerle cebelleştiğine tam olarak uyanmam için iki saatte hepsini birden dinlemem gerekiyormuş.

o, hoşçakalın deyip sahneden gidiyormuş gibi yapıp, 'bir sürpriz var' diye semazenlerle ve yeni albümünden söyleyerek geri dönerek, 'o geçmişti, bu gelecek!' demeye getirse de, sahnede, rocker ruhu da sahiplenen bir adam vardı.
sahnede, yaptığı her şeyi seven ve sevildiğini bilen iyi bir besteci, söz yazarı ve şarkıcı vardı.
sahnede hayatımızın fon müziklerinden biri vardı.

iyi geldi.

-----------------------------------------------------------------------------------------------
edit: son albümden 'yılan ısırığı' çok iyi. kuvvetle tavsiye edilir.

20.9.06

vurun kahpelere!
















roman kahramanı kahpelerden, roman yazarı kahpelere yükseldik şükürler olsun şanlı cumhuriyet tarihimizde. özgürce konuşan kahramanları, yaratıcılarını edebiyat alanından çıkartıp sırtlanların önüne atmakta yem olarak kullanıldılar.

yeni türk eğlencesi mahkeme önü parodileri için son çağrıyı yaptı tekinsiz adamlar. memleketin ve aslında hayatın 'kerinçeklerle perinçsizlere' emanet olmadığını düşünmek istiyorum. roman kahramanlarının, çevirmenlerin ve sonra kimbilir kimlerin, fitilin ucunu tekrar tekrar yakmaktan hiç çekinmeyen bu adamların önüne böyle atılıvermelerinden korkuyorum. bunun ne politikayla, ne hayatla ne hiçbir şeyle ilgisi olmadığını düşünüyor, hiçbir şeyden korkmazken bu recm çağrılarından korkuyorum. hayatın içindeki örneklerini biliyor, görüyor, benzetiyor, ürküyorum.

kimi zaman tek bir takıntılı ruh hastasının dünyayı bile nerelere götürdüğünü hatırlıyorum.
***
savcılığın kitaptan başka alıntılar yaparak itirazına rağmen açılan davanın sonucunu, lince dönüştürülmek istenen duruşmada kimin nasıl korunup korunmayacağını göreceğiz yarın. birilerine birşey olmasın diye elimiz yüreğimizde olacağı için, aslında bu davanın varlığının bile nasıl bir aşağılanma, bir hakaret, boktan bir şaka olduğunu unutacağız. arkasından başka davaların geldiğini, bunun giderek sıradanlaşmakta olduğunu unutacak, kökten itiraz etmekten vazgeçip davanın gidişatıyla oyalanacağız. vazgeçirileceğiz, daha azıyla yetinmek zorunda bırakılacağız.
***
neredeyse bir mizah figürü olan, herşeye kafayı takıp oraya buraya şikâyetler yazan emekli albayların apartman önündeki çocukları azarlamakla yetinmeyip haklarını mahkemelerde aramasına gülemiyoruz artık. hastalığını bile ayıptır diye sakladılar yıllarca, 'içki içer mi o bir ilah' diyerek. şimdi, kendince tarih yorumlayıcılarından biri atatürk 'ün çarşafa girmesine bozulduğu için, bir kitap ve yazarı daha yargılanacak önümüzdeki günlerde. hem yazarı, hem de ilk kez bunca yıl sonra gerçek hikâyesine yaklaşılmaya çalışılan latife hanım.
***
bu adamlara, mahkemelerin ona buna dava açan konumundan başka bir de çete mensubu olarak rastlıyoruz son yıllarda di mi? neden acaba? herşeyin böyle birbirine karışmasına ne denirdi? ben unuttum, siz hatırlayın.

-----------------------------------------------------------------------------------------------
fotoğraflar: perihan mağden, elif şafak, ipek çalışlar, latife uşşaki.

17.9.06

'fiziksel projeksiyon'



1654'te bir başpiskopos dünya'nın iö. 4004 yılının 26 ekim sabahı saat dokuzda yaratıldığını söylemiş. karmaşık hesaplar yapmış belli ki bu kesin sonuca ulaşmak için, patriklerin yaşlarını filan toplamış..
'kutsal' insanın yaradılışına ilişkin tevatür sürse de bazı kafalarda, dünyanın yaradılış gününe ilişkin pek fikir beyan eden yok artık böyle ince hesaplarla. başa çıkılamayan yerde bilimin söylediği en azından sessizce kabul görüyor. ancak bu sefer de sonuna tarih biçmeye başlıyor insan. kıyametin kopacağı gün üzerine fikir teatileri ve yan konu olarak büyük deprem tahminleri. bilim, 'şimdilik ve bilebildiğimiz kadar böyle' demekteyken, dinden ibaret olmayan çeşitli inançlar günübirlik durumlara tek gerçek diye bakıp 'işte budur' demekte ısrarlılar. ister politik bir durum, ister hangi besinin ne işe yaradığına dair uzman görüşleri. şimdi sıra, 'enformatik' olmanın bilgiye ulaşmak anlamına gelmediğini farketmeye geldi.
***
topraktan, sudan, gökyüzünden, kısaca doğadan kopuk 'şehirli' hayatların en büyük problemi, edebiyatı, sanatı, sosyal bilimleri yüceltmek; temel bilimlerin, adı üstünde 'temel' varlığını küçümsemek sanırım. hadi burada hemcinslerime bir taş atayım, genellemeleri sevmesem de, onlarda daha çok görülür bu hastalık, biliyorum. matematikle muhasebeyi aynı sanan ve bunları da dünyanın kötü gerçekleri kefesine koyup, karşısına da şiiri, resmi filan yerleştiren bu anlayış, oldum olası komik gelmiştir bana, ne yalan söyleyeyim. üstelik, ilk gençlik yıllarımda ben de öyleydim sanırım, pek itiraf etmek istemesem de..

yeğenimin sorduğu sorulara cevaplar vermeye çalışırken bir küçük oyun oynadık onunla, 3-4 yaşından beri. 'bu fizik, bu kimya, bu biyoloji' diyordum. sonra o bana 'bu fizik mi?' demeye başladı. sonra bir gün bir konuda, 'hımm, konunun fiziksel projeksiyonunu anladım' deyiverdi!

çocuklar 'gerçek' sorular sorarlar, meselenin özünü anlamaya yönelik. cevap vermeye çalışırsanız siz de 'fiziksel projeksiyonu' anlamaya yaklaşabilirsiniz.
***
bazen, 'büyük patlama'dan başlamak gerek anlatmaya diye düşünürüz ya, şaka yollu. ya da birilerinin en basit konuları bile oradan başlayıp anlatmasından yaka silkeriz. oysa, belki her saniyeye, her cümleye bu süreci katarak anlamak çok işe yarayabilir. günübirlik durumları nasıl 'gerçek' diye sunduklarına bakalım, insanın gençken bu 'gerçek' ve 'doğru' koordinatlarına nasıl ihtiyaç duyduğunu da hesaba katalım.

cia, raporlarını lütfedip bizimle paylaşana kadar dünyadaki bin türlü karışıklığa nasıl isimler verdiğimizi, mesela iran devrimi öncesindeki 48 saatte olup bitenleri, aynı insanların 24 saat arayla aynı meydanlarda tam tersi durumlar için toplanmalarını o günlerde haber bültenlerinin ve gazetelerin nasıl anlattıklarını.. şimdi 11 eylül'e ilişkin, abd'nin bizzat düzenlediğine ilişkin teoriler atılıyorsa ortaya, kendilerini, istedikleri kadar ortaya koymaları sayesinde. ancak, ne kadarını paylaştıklarını kim bilebilir?
***
bütün cumhuriyet kuşağı mensupları gibi babam da gazete ve radyo haberlerini çok önemser. akşam saat yedi ajansını kaçırmama hâlini hatırlıyorum, çocuk çocuk ben bile heyecanlanıyodum, ne varsa artık.. bu öyle berbat bir alışkanlık ki, onca kanalda dakka başı haber verilirken babam hâlâ, 'ajansı dinlemem lâzım' deyip kanal değiştirtiyor, gecenin bir yarısı günlük gazete almak üzere yollara düşüyor. ama sanırım o bile artık bu haberlerin mutlak doğrular olmadığını çoktan anladı, bundan pek hoşlanmasa da.. bu durumlarda içimden bir şarkı geçiyor: 'kapat televizyonu anne, seni de kandırıyorlar!'
***
bildikçe, baktıkça sorular artar, cevaplar azalır. tutuculuk, cevaba bağlanıp soru sormaktan vazgeçmektir. rahatlatıcı bir yol olsa da, sorular insanı rahat bırakmıyorsa, o yolda kalmak kolay olmaz. 'gerçeği öğrenmek istiyorum' diyenlere kötü bir haberimiz var! çağımız bilgi çağı deyince işler hallolmuyor, 'doğru' ve 'gerçek', büyük patlamadan beri değişmeden öylece duruyor. kendimizden başka yol gösterici de yok.
***
ama siz yine de bana bakmayın tabii ki, bunların doğru olduğu ne malûm?

----------------------------------------------------------------------------------------------
fotoğraf: nebra diski

8.9.06

günaydın jean..



günaydın hüzün filminde jean seberg'in ağlayarak yüzünü kremlediği bir sahne vardır. daha sonra benzerini çok gördüğümüz bu sahneyi hatırlayınca neden hâlâ boğazım düğümleniyor sorusunun cevabı bu kadının ta kendisinde gizli. ister hayatındaki dramatik detaylar, ister çoğu zaman doğuştan gelen bu hüzünlü, kırılgan, derinlikli yaradılış.. her ne ise... o, uzaktan tanıyıp yakından hissettiğimiz benzersizlerin arasında yer alır. bugün onun, benzer durumlarda olduğu gibi şaibeler barındıran ölümünün yıldönümü. o ise, bu söylentilerden azade, olanca şeffaflığıyla öylece duruyor. bir günaydın diyelim.

7.9.06

ayın aydınlık yüzü



dünya, ayın üzerinde bir gölge, bir ısırık şu anda. biraz da 'yandan çarklı bir şapka'.

gölgeyi görmek, oradan buraya bakmayı düşlemeye yarayabilir. romantizme ya da ne kadar uzakta olduğumuzu anlamaya, çok uzakta.. anlamak için kendinden uzaklaşma gerekliliğine göksel yardım.

bizden önce ve bizden sonra... dünyanın arada bir ayı tepesinden ısırıvereceğini bilmek bütün dünya hâllerinden daha iyi gelebilir insana. daha eğitici, sakinleştirici.

sabah seslerle uyanacak olsak da, ota boka takılıp hücrelerimize kadar o bildik hâllere batsak da, gecenin sessizliğinde her zamankine hiç benzemeyen şu güzelim aydınlık yuvarlağa bakabiliriz. hep birlikte ve teker teker.

-----------------------------------------------------------------------------------------------
not: fotoğraf bulmayı hiç ummuyordum. ekşi sözlük yazarı aviator sağolsun, çekmiş, kamuya açmış. yani umarım açmıştır..
edit: şu soldaki vikipedi logosuyla benzerliğe bakar mısınız... ben yeni gördüm de.. orda da belki ay dünyanın tepesini yiyodur, kimbilir..