31.12.05

tombala



1987'yi 88'e bağlayan gece ortaköy'de toplananlar, kendi şehirlerinde sokakta bir yılbaşı geçirmenin saf sevinci içindeydiler. büyücek bir arkadaş evi gibiydi meydan, hava soğuk muydu, müzik sistemi iyi miydi, sunucu çok mu konuşmuştu, kimsenin umrunda değildi. sahnede bulutsuzluk özlemi, acil demokrasi'yi mi söylüyordu, ondan da emin değilim. belki de zihnim bana bir oyun oynuyor. tanımadığı insanlarla kolkola zıplamanın tadını yaban ellerden bilenler, burada olduklarına inanamıyor gibiydiler. sonra ortalık karıştı, polis, kavga, şu, bu.. ben, taze bir aşkın ve biberli cinin sarhoşluğuyla pek bi şey hatırlamıyorum. ama o geceyi yaşayanların zihninde bu sadece bir detaydır diye düşünüyorum nedense. bize kalan, karanlık gecelerden sonra aydınlık bir hediyeydi.
***
haftanın 4-5 gecesini dışarlarda geçiren, beyoğlu cemaatinden bir arkadaşım, yılbaşında evde olacağını söyledi: "varoşlar kazandı!"
ha şunu bileydik!
***
o ortaköy gecesinden sonra, giderek artan bir kalabalığa, taciz ve kavgalara rağmen, sokakları terketmedi insanlar. hep beraber eğlenilebileceğini savunuyorlardı, elbette sokaklar herkesindi...
geçen sene taksim'de bir lokantanın girişine sığınıp, hayatımda ilk kez 'gelin beni alın' demek için arkadaşlarımı arayıp ulaşamayınca yaşadığım panik duygusunda yalnız değildim sanırım. linç kalabalıklarını andıran gözü dönmüş, neşeyle, eğlenceyle hiç ilgisi olmayan suratların arasından geçip tanıdık bir yere ulaşabileceğime inanmam için orada yarım saat kadar beklemem gerekti. ironik bir biçimde, o günlerin gündem konusunu hatırlayıp bu kalabalıkların, 'hani nerede avrupa, hemen gireceğiz' dediklerini düşündüm nedense.. sidik deresi olmuş yollarda tek hatırladığım ağlayıp bağırarak gecenin ve ortamın berbatlığından sözeden insanlardı. yeni yıl kutlu filan değildi. hiç kimse için..
***
hadi söyleyelim. bu kalabalıkları mümkünse tamamen gözden uzak tutmak isteyenler, dikenli tellerin ardında, korunaklı, çamlı, noel babalı eğlencelerini sürdürecekler. anlayan, savunan küçük azınlıksa, arasına karışamayacağı kalabalıkların altında kalmamak için kenara çekilecek.
***
tombala eğlenceli bir oyundur, hiç küçümsemeyin. hepinize iyi seneler.

27.12.05

yıldız!



oldum olası kafamı meşgul eden, ilgimi çeken bir kadın oldu yıldız tilbe. televizyona çıktığı ilk gün yanık sesi, kırılgan gövdesi ve şeffaf ruhuyla söylediği türkü ile çarpıldığımdan beri: "zülüf dökülmüş yüze..."
yanında gözyaşları ile dinleyen, 'hepimizin sevdiği, müzikleriyle büyüdüğü kraliçe', herkesin bilip hiç kimsenin yazmadığı bir nedenle onu bir süre sonra hayatından uzaklaştırdı. izmir'deki pavyondan çekip istanbul'daki evine getirivermişti bu güzel sesli kürt kızını, şimdi de gönderiveriyordu işte. bu kadar kolaydı...

bu neredeyse sokağa atılmanın, daha sonra yaşananlara bir zemin oluşturmadığını kimse söyleyemez herhalde. başkalarının hayatını böyle sert biçimde yönlendirenler sorumluluk filan almadı, kimsenin aklına da bişey sormak gelmedi. akıl almaz biçimde, birilerinin canını yakmak, birilerini ise sonsuza kadar korumakla görevlendirilmiş gibi duran 'medya'da hep eşitsizlik içinde sunuldu olan biten: arıza kadın/anlayışlı kraliçe!
belli ki yıllarca bu yalnız bırakılmanın sıkıntısını yaşadı. umutsuzca anlaşılmayı ve kabul edilmeyi istedi belki de, bilemiyorum, ambargonun nereye kadar uzandığını kestiremiyorum. ama yine de bu konuda pek konuşmayan yıldız'ın söyleyiverdiği bir laftan tahmin yürütebiliriz: "beni sevdiğini söylüyormuş. iyi ki seviyor, bir de sevmeseydi ne olacaktı kimbilir!"

sonrası malûm. yanık sesli bir yorumcu olması öngörülen yıldız, beklenmedik biçimde söz yazıp beste yaparak zirveye oturdu, yalnızca adıyla anılan ölümlüler arasına karıştı. hem güzel şarkılar yaptı, hem sevildi, hem de sattı. ama bütün bunlar başkalarına güç ve istikrar getirirken, onun savrulmaları, yalpalamaları hep sürdü. öfkesi, kendini ve kimi zaman da çevresini yakıp kavurdu, saldırılara açık kıldı onu. neredeyse adıyla anılabilecek dansı gibi kendine özgü, dengesiz gibi ama dengeli, deli gibi ama akıllı bir kadın o aslında. müziklerindeki başına buyruk takıntılı tekrarlar ve danslarındaki kişiselliğin de etkisiyle björk'e benzetiyorum ben onu. çoğunluğun burun kıvıracağını bile bile. 'şarkılarım da şarkılarım' diyip başka bir şey demediği halde, onu müzisyen, söz yazarı ve yorumcu kimlikleriyle değil de, biraz komik, biraz zavallı, ama evet çok samimi bir figür gibi ve alenen 'deli' diyerek sunanlardan birine, kendi 'makina'sında cevabı verdi müstehzi bir gülüşle: "ben de seni idare ediyorum okan!"

şimdi yeniden, muhtemelen bunu hiç kastetmeden, başka bir dokunulmaz güç odağının karşısında. şarkılar söylüyor, dansediyor, eğlendiriyor. birilerinin onu arkasından ittirmesine, bu reyting kavgalarının tarafı yapmasına ne kadar dayanacağı ise meçhul. git/gellerle dolu ömründe onu bu kadar güzel, kendine güvenli ve sakin görmüş müydük bilmiyorum. bu yüzden biraz daha iyi kalsın istiyorum, stüdyoda annesinin ayakkabılarını giymiş kız çocuğu gibi sekerken düşmesin diye dua ediyorum, çoğu zaman yaptığı gibi ayakkabıları fırlatıp çıplak ayaklarla sallansın, eline tutuşturulan soruları sormasın, onu seven ve eğlenenlerle birlikte türküler söylesin istiyorum bir süre daha. herkes samimiyetten bahsederken o öylece dümdüz baksın kameralara. tv seyretmenin arada bir böyle hediyeleri olsun.

18.12.05

çok uzak, fazla yakın



iran’a ilk kez 1998’in sonbaharında gittim. bir otobüsün içinde ülkeyi bir uçtan diğerine katederken beni saran ve sarsan ilk duygu, bu kadar yakınımızda olan bir ülke hakkında nasıl olup da bu kadar cahil olduğumdu. bunun yalnızca benim cehaletim olmadığını dönünce anladım. düşününce herkes anılarından birkaç iranlı arkadaş çıkartıyordu, üstelik onlar çok sevilen arkadaşlardı. ama bir bulut çökmüştü anıların üstüne ve iran deyince herkes yalnızca mollaları hatırlıyordu. bir de üstelik, ülkede yaşamaya devam edenlerle, ülkesini terkeden, terketmek zorunda kalanları ayrı kefelere koyarak... gitmekle kalmak arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu unutuveriyor insan.

hatemi cumhurbaşkanı olalı bir yıl olmuştu ve ülkeye daha önce gelenler değişimi hemen farkettiler. artık pek ortalıkta görünmeyen devrim muhafızlarının giyim ve davranışlara müdahale etmesinden tut da, kadın fotoğrafları olan gazeteleri toplamalarına dek bir sürü hikâye dinledik. acemice örtünüp çıkıyorduk sokaklara, yabancı olduğumuz her halimizden belliydi, hiçbir tepkiyle de karşılaşmadık. insan malzemesinin, ilişki biçimlerinin ve günlük hayatı yaşama coşkusunun nasıl bambaşka köklerden beslendiğini, şimdilerde 23 yaşına giren rejimin bunu hiç de öyle radikal biçimde değiştiremediğini düşünmüştüm hayret ve keyifle.

-------------------------------------------------------------------------------------

yıl 2002. daha önceki içinden geçme macerasından yıllar sonra, günlük hayata dalmak, insanlarla tanışmak ve film festivalini izlemek üzere tahran’dayım. geniş caddeleri ve kaldırımları, iki-üç kavşakta bir karşıma çıkan meydanları, caddelerin iki yanından akan, bazen neredeyse birer dereye dönüşen arkları, adım başı çeşit çeşit taze meyve suyu ve çörek satan büfeleri ve büyük yeşil alanları ile gerçek bir ‘şehir’ tahran. tabloyu bozan tek şey, hava kirliliği. arkasını iran’ın en yüksek zirvesi olan elburz’un da içinde olduğu sıradağlara yaslayan tahran, trafikteki çok eski arabaların ve taksi motosikletlerin yaydığı ciddi bir kirlilikle boğuşuyor. ama gençler, bütün gürültüsüne ve kirliliğine rağmen tahran’ı tercih ediyorlar yaşamak için: “herşey burada!”
sinema, tiyatro, festivaller ve giderek yaygınlaşmakta olan internet. ama elbette asıl önemlisi, özgürlük ortamı.

çok canlı ve yaşayan bir şehir tahran. ‘siesta’ saatlerinde sokaklar boş, dükkânlar kapalı. saat 4’ten sonra ortalık şenleniyor. alışveriş, yemek, piyasa... sanılanın aksine ne kaçgöç, ne de haremlik-selâmlık. olsa olsa bildik aile salonu durumları. belediye otobüslerindeki haremlik uygulaması, ulaşımın büyük yükünü taşıyan taksi dolmuşlarda geçersiz. yani kadınların örtülerini çıkartırsanız, ülkenin nasıl yönetildiğine dair pek ipucu kalmıyor geride. yani en azından ilk bakışta.

iran’a giden kadınlara sorulan ilk ve bazen de tek soru şu: “örtündün mü?” oysa bu soruyu geçmek ve bilmem kaç yıllık uygarlığın üzerinde oturan bu zengin birikimli ülkeyi, caddelerinde sular şırıldayan şehirleri, hemen ve can-ı gönülden bağrına basan insanları, neşeli ve özgüvenli kadınları, maçoluktan uzak erkekleri, çayhanelerinde nargile eşliğinde müzik dinlemenin tadını, şair mezarlarında şiir mırıldananların seyrini anlatmak istiyor insan. sokaktaki yaşamın, çocukluğun kokularını hatırlatan başka başka hallerini anlatmak.

ama unutmak mümkün olmuyor. kötü bir kaza gelmiş ülkenin başına ve hayatların tepesine çöken rejim herşeyin üstünde ve yanıbaşında duruyor elbette. iranlı kadınların şah rejimini protesto etmek için taktıkları örtüler başlarında kaldı ve hatemi sonrası gevşeyen günlük hayatta görünürdeki en büyük yasak olarak hâlâ duruyor. şehirli kadınların neredeyse saçlarının yarısını açıkta bırakacak biçimde arkaya kaydıkça kaymış, ama bir türlü tümüyle sıyrılıp inemiyor. kaldı ki ne kadarı rejimin baskısı, ne kadarı geleneksel, ne kadarı alışkanlık; yasak kalkmadan anlaşılacak gibi değil.

kısa bir süre bu kaderi paylaşmak zorunda kalan yabancılar öyle zannetse de, dokuz yaşında hicaba giren ve artık eşarplarını bir parçaları gibi taşıyan kadınların yaşadığı en büyük zorluk bu değil elbette. dindar hristiyanlar aşırı kapanıp çarşaflara bürünerek, lâik müslümanlar da sürekli yakınarak meseleyi yalnızca buna indirgiyorlar; iranlı kadınların aslında ne düşündüğü ve ne yaşadığıyla ilgilenmeyip, kendi düşüncelerini onlara yamayarak. erkeklerle birlikte toplumsal yaşamın her alanında görünen iranlı kadınlar ise, rejimin ilk yıllarında seyahat bile edemezken gıdım gıdım aldıkları özgürlüklerinin detaylarıyla meşguller.

-------------------------------------------------------------------------------------
not: bu yazının üzerinden neredeyse dört yıl geçti. politik değişikliklerin farkındayım, ama haberler insanı anlatmıyor. ve iran'la ilgili her haberde benim canım yanıyor. komşunun evinden gelen seslerin yanında bir de bu izlenimler olsun istedim.

16.12.05

engellenemeyenler



kelimeler sırtlarına yüklediğimiz ağırlıkların altında eziliyorlar. sonra o yükleri alıp taze bir kelimeye aktarıyoruz. bir süre sonra elbet aynı âkıbet. bakış düzelmedikçe kibarlığın ve siyaseten doğruculuğun faydası yok.
***
kelimelerin seçimi elbette ideolojik. frenkçesini kullanmayı kibarlık, kibarlığı da marifet sayanlar 'don' deyince yerlerinden zıplıyorlar, oysa 'külot' sadece bir iç çamaşırı! 'homoseksüel' deyince düşünceler değişiveriyor sanki, ya da 'fahişe'lik bir meslek de, 'orospu' hakaret gibi.
***
yeğenim, adaşı olan koca şairin lafını daha iki-üç yaşlarındayken öğrendi ve 'ayıp' lafları sevmeyen büyüklerine karşı fırsat buldukça kullanıyor: "bizim oralarda göte göt denir dede!"
***
genç bir kadın, neredeyse sarışın der gibi bir hafiflikte sakat diyiveren annesini, ayıplayarak düzeltti: "sakat değil, özürlü!"
oysa 'sakat'ın sevimsiz yükünü taşıyanlar bile hoşlanmıyorlar bu kelimeden: "neyin özrü, defolu muyuz biz?"
yerine önerilen ve daha çok tercih edilen 'engelli' de sorunlu. kamburluk neye engel ki? çocuk felci geçirip zorlanarak da olsa yürüyenlerin engeli ne? ya da fotoğraftaki kadını ne engelleyebilmiş? gidip sitesine bakın, sonra oturup engellerimizin listesini çıkaralım hep birlikte. sakatlar derneği'nin sitesindeki tartışma sayfalarında bu kelime seçimlerinden yakınıyor başka bir kadın: "benim adım oya, bana sadece oya diyemez misiniz, ille de başına bir şey eklemek zorunda mısınız?"
görünür sakatlığı olmayan biri olarak bunları söylerken birilerinden güç alıyorum. meselâ, kadına kadın diyemeyenlerin sakata da sakat diyemediklerini söyleyen nazmiye güçlü'den. güçlü'ye göre sakatlar, kendine sakat, özürlü ve engelli diyenler diye üçe ayrılıyor. o halde kendi seçimimizi yapabilir, yüksüz kullandığımıza ikna oluyor ve ikna ediyorsak sakat diyebiliriz ille de kullanmak zorundaysak. ama oya'nın dediklerine kulak asmakta fayda var. üstelik yalnızca bu tanımlama için değil. insanları kategorize etme kolaylığı her yerde.

"sarışın der gibi bir hafiflikte" demişim ya, kim demiş 'sarışın' yük taşımıyor diye! sonuç olarak aslolan niyettir, kelimelerin bir suçu yok.

---------------------------------------------------------------------------------
not: moleschino'daki vera little yazısına da bir bakıverin. ne kadar geniş açılı olursa olsun tek çerçeveden bakmanın nasıl kısıtlayıcı olduğunu anlamak için. sonra belki bir kez daha düşünürüz, kim özürlü, kim engelli...

10.12.05

anadolu'nun yangını



sultanların dansı fırtınası ortalığı altüst ederken, televizyondaki ilk görüntüler beni de heyecanlandırmıştı doğrusu. enerji, dinamizm, coşku filan.. sonra bir arkadaşımız davet etti, gittik gördük. olay sadece sahnede olan bitenden ibaret olsaydı 'bunlar da böyle bişey yapmış' deyip geçebilirdim. ama ortalıkta 'halk danslarını sevdirmek, ölmüş kültürü canlandırmak' gibi büyük büyük laflar dolaşıyordu, yüz tane adam ayaklarını aynı anda yere vurabiliyor diye ağlayanlarla dolu bu katarsis içimi bulandırmıştı. toplu isteriye kapılınmadığında başa gelen geldi elbette. 'sen de hiçbişey beğenmezsin zaten!'
birileri bu gösterinin biryerlerden (ç)alındığını, altına da türk halk oyunlarının bir-iki ezgisi ile iki-üç ayağının döşendiğini açık etse de sesler fırtınaya gömüldü kaldı. sonra irlanda halk dansları yapan ekip boy gösterdiğinde herkes, 'aaa, ne kadar da benziyor' dedi ama atı alan çoktaan..

bu isterinin (hatırlayın, millet otobüslerle yalnızca bu gösteri için istanbul'a taşındı durdu aylarca) sonuçlarını görmemiz fazla zaman almadı. siyah çoraplı-mini etekli-makosen ayakkabılı kızlarla balet edalı oğlanlar, ille de hızlandırılmış ritmlerle elleri bellerinde çiftetelli/çepikli/horon esintili bir garip danslar etmeye başladılar heryerde. kendimi sürekli, 'yaa bi durun, bi zıplamayın' derken yakalıyordum seyrederken. zenginliğine akıl sır ermeyen anadolu'nun birbirinden o kadar farklı dansları, müzikleri aynı salçalı sosa batırılmış bulamaçlar misali önümüze sürüldü. hem de dedim ya, 'sevdiriyoruz, canlandırıyoruz' diye diye. 'ölen yok, kimse hasta filan da değil, siz niye kendi kendinize gelin güvey oluyorsunuz' demek geliyor insanın içinden. şimdi çocuklara, gençlere sorun bakalım halk dansı nedir diye, size bu garip bulamaçlardan sözedeceklerdir eminim. sevdirilen bir projedir eninde sonunda. dünyaya buradan gitmiş bir kelime olan 'sultan'a, gâvur bile öyle telaffuz ederken 'saltın' diyerek nereden baktıklarını çok fena açık edenlerin projesi.

benzer bir çerçevede, türküler hakkında da konuşuluyor. cengâver gibi savunanlar var, 'kardeşim niye bozuyosun, git yeni bişey yap' diyerek. yeniyi yapmanın hiç de kolay olmadığını bilen bilir. bu durumda eskinin yanında edebinle durup şapkanı çıkartabilirsin meselâ. hem merak etmeyin, binlerce yılın öğüttüğü kültür, birilerinin canı istedi diye bozulmaz, değişmez. o kendi ritmini ve tadını tevazuyla korur, ağır ağır dönüşür, dönüştürür.

-----------------------------------------------------------------------------------
not: televizyonlardaki dans yarışmalarına gözatınca aklıma düştü bu konu. hele bir de 'saltıns'ı duyunca dayanamadım.

4.12.05

şahane şeyler 1: misket



geçenlerde bir sokaktan geçerken yerde bir misket parladı. hemen eğilip alıverdim bana bırakılmış bir armağan gibi. bir sürü misketim var cam bir kâsenin içinde, ama bütün 'çocuklar' bilirler ki, yeni bir miskete kimse hayır demez. iki adım attım, bir tane daha. sonra bir tane daha. çocuklar oyunu nedense bir süreliğine terketmiş olmalılar, sokağı kendilerinin bilip onları da öylece orada bırakmışlar. aldığım misketi yere, diğerlerinin yanına bırakıp gözüm arkada kalarak uzaklaştım. evlerimizin, kilitli kapıların arkasında başladığı bu şehirde yanıbaşımızda çocukların sokak ortasını böyle kullanıyor olmalarına bayıldım.

misket bisürü güzel ismi (mile, bilye, cicoz..) olan güzel bişeydir: formu, evrenin en kararlı formu, malzemesi, doğanın en güzel hediyelerinden biri. kaleydoskop gibidir, yakından bakınca dünyaya benzer, o renklerin nasıl olup da içinde dalgalandığına şaşarsın.
sadeliği ve mısır'da bir çocuk mumyanın yanında bulunması da kanıtlar ki, dünyanın en eski oyunlarındandır. bu basit formun içinde müthiş bir çeşitlilik arzeder. herbirini diğerinden ayırt ederek sever çocuklar misketlerini. hem değişim aracıdır, mülkiyetle kurulan ilk ilişki belki de. hem de teker teker ve özenle biriktirilse bile, bir anda havaya atılıp paylaşılacak, vazgeçilecek kadar ortak. oynanan oyunlardan çok nesnenin kendisinin önemli olduğunu düşündürür. satın alınmaz, oyun içinde kazanılır, kaybedilir.
eskidikçe matlaşır, küçük kırıklar edinir, kıdemlenirler. çocuklar eskidi diye atmazlar onları. ilk misketlerini hele, hiç unutmazlar.

misket, çocukluktur, oyundur, sokaktır... daha ne olsun!

3.12.05

eziyet nesneleri 1: yüksek topuklar



nesnelerin masum olmadığı malûm, ama bazıları o kadar çağrışımlı ki, yaklaşmak kolay değil. fetişizmden cinsiyet rollerine, boy sorunundan şehir hayatına seç, beğen, al.
kadın olarak, kişisel yaklaşımın tek göstergesi var oysa: giyersin, ya da giymezsin, gerisi lafügüzaf. ama şehir hayatının dipdibeliğinde, ağaçta bulabildiği dala tek eliyle tutunmaya çalışan maymunlar misali diğerlerinin tercihlerinden payımızı alıyoruz. kimi zaman sessiz bir bekleme salonunda ya da bir kahvede, herkes kendi dünyasına gömülmek isterken yaklaşan ve esir eden bir ses: tak, tak, tak... topuklarıyla yarattıkları gürültüye aldırmayanların, hayatlarını da başkalarının kafasına çakmaktan geri durmayacağını söylemek fazla mı olur? olsun, söylüyorum. eziyet demem boşuna değil, mesele de yalnızca ses değil. aslında ‘ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur’. yoksa, gerçekten de yalnızca gövdeye işkence etmek için tasarlanmış gibi duran bu şeyleri kendilerine lâyık görmelerinden kime ne allahaşkına?

söylenmesi gerekeni söylemekten de geri durmuyor kimse. ‘yüksek topuk hasta ediyor’ yazıları sigaranın zararlarını anlatan berbat afişleri hatırlatıyor. nasıl kadın olunacağını öğretip duruyorlar, yok topuklu-düz, yok g-string-pamuklu don, yok fettan kadın-bâkire filan diye, sonra da topuğun zararlarına ilişkin cümleler meselâ. bir kefede sağlıksız ayaklar ve kimi zaman ağrılı bir omurga, diğerinde koskoca bir kadınlık imajı... üstelik muhtaç olma/ihtiyaç duyulma oyununun nadide parçalarından biri olarak kadın/erkek ilişkisinin biryerlerinde duruyor. direnebilmek ne mümkün!

ayağını yere sağlam basmak gerek. tam anlamıyla ve bütün çağrışımlarıyla... yani yardımsız yürüyebilmek, canının istediği her yere gidebilmek, arabasız yaşayabilmek, yokuşları sekerek inip, tepelere tırmanmak, arada sadece canın istediği için yollarda koşmak, hayatın getireceği sürprizlere bedenen hazır olmak. korkmamak... 'bayan' değil 'kadın' olmak.

yarattıkları sahte kavramları ikiyüzlü hayatlara iade etmeli.

30.11.05

yürümek, yüzmek, uçmak



iyi değilim ve sadece bunu söylemek için buradayım. iç dökmeden çok toparlayıp anlatmayı seven biri olarak pek hoşuma gittiğini söyleyemem ama böyle işte.. bu sayfaların tazelenmesinin iyi geleceğini düşündüm, çiçekleri sulamak gibi..
anlatmak için sakinleşmeyi bekliyorum, ama muhtemelen geçtiğinde öldürmeyip güçlendirmiş olacak ve ben şu andaki gibi kuvvetle hissetmeyeceğim için detaylarına girmeden belki bir cümleyle geçiştiricem.
kısaca, 'şehir ve güç savaşları' üzerine bir hikâye aslında, çok da ilginç değil. ben de hikâyenin kendisiyle değil de niye beni dağıttığıyla ilgileniyorum daha çok. bir de 'diğerlerini anlamanın' insanın işini nasıl zorlaştırdığını düşünüyorum bilmem kaçıncı kez ve 'iyilik/kötülük' meselelerinin nasıl da netameli olduğunu..

bugünleri kolaylaştıran birşey oldu ama. penguence'nin yeni sayısı ile uğraşırken penguenlere bakıp durdum. 'imparator penguen'i izlerkenki duygu yeniden benimle. o uçsuz bucaksız buzullar gibi bir ferahlık. herşeye uzaktan bakabilmek ve tüylerinin ışıltısını taa buralardan hissedip okşamak.
akdeniz şiirinin dipnotundan da anlaşılacağı gibi, gidesim var bir süredir. coğrafi değişiklik herkese lâzım. yoksa hayatı tv ekranından ve istiklâl caddesinde değişen taşlardan ibaret sanabiliyor insan. penguenlere gitmek zor görünüyor, yerini tutacak bişeyler bulmalı.

17.11.05

'milâttan önceki şiirler'



I
her şey bir acının bilincine varmakla başladı.
bir taşı kaldırıp atmakla, bir kapıyı açmakla...
bir el, hep bir şeyler yazdı, biz doğduktan bu yana kağıtlara
şimdi bütün yaşadıklarım karalama kağıtlarında kaldı.

bir kalem kendi kendine yazar bu şiiri.
insanlar işlerine gider, ben acıya giderim.
bir günde bütün isalarımı çarmıha gerer
ve her günümü milât bilip, yekinirim.
güzelliğim, ağlayan bir çocuğun güzelliğidir.
mutluluğum, örneğin hapisteki bir adamın
eline bir gül geçtiğindeki mutluluğuna benzer.

II
herşey beni saran bu dünyada bir yangının çıkmasıyla başladı.
kaçıracak bir şeylerim olup olmadığını düşündüm.
kitapların çoğunu okumuştum. ve ellerim
bütün şiirleri bir çırpıda yakmaya hazırdı.
yaktım mı onları bilmem, yoksa yakmış gibi mi oldum?
oldu ne olduysa.

her şey üstüme örtündüğüm gökyüzünden oluk oluk bir yağmurun boşanmasıyla başladı.
yağdı ayak izlerimin üstüne. yağdı naftalinleyip
yüreğime sokuşturduğum anıların üstüne
unuttum mu onları bilmem, yoksa unutmuş gibi mi oldum?
oldu ne olduysa.

III
acı, ağır bir katran gibi yayılınca bedenime
yüreğime binlerce uçurum eklenir artık
geriye dönüp de bakmak gelir içimden
yumruklarımın gökyüzünü dövdüğü, o milâttan önceki devirlere
bana yarınlardan, bana doğacak güneşlerden sözederler
ben bugünleri yakıştıramazken kendime.

IV
yüreğimdeki o yolunmuş gül dağınıklığını
aklıma vurmaya çalışalı çok günler geçti
anladım ki hayatım artık yeni güller doğuramamakta.
son sözümü söylemek ister gibi insanlara
intihara uyanıyorum her uyanışımda.
yüreğimde hiç bir şey yapamamanın boşluğu ve çok şey yapmanın yorgunluğu var
günlerce hiç kımıldamadan oturmuş ya da kendimi duvarlara vurmuş gibiyim.
hayat karşısında yorgunum artık
ve zindeyim ölümün karşısında.

çiçek, sadece bir çiçek olarak duruyor önümde
(doğanın bir kanıtı olarak değil.)
yağmur, insanı ıslatır anca.
çocukların da her hareketleri ölüme koşuttu ha bir yıl önce, ha bin yıl sonra
(kaç yıl var ki kendimi çiçeklerle, yağmurlarla, çocuklarla avuttum.)
hayat deyince, yeni doğmuş bir bebeğin o ilk çığlığı geliyor aklıma.
onun yaşayacağı acılar sonra.

aklım bir çağlayanın en devingen yerine benziyor.
hiçbir düşünceyi yakalayamıyorum, köpürüp taşan sözcüklerimle.
beynimi o çağlayanın en dik yerinden fırlatıp atmak mı düşüyor şimdi bana?
ne aradığımı bilmeden birşeyler arıyorum şurda burda.
yok artık ne bir duygu, ne de bir istek
bedenimin her hücresi sağırlıklarla dolu
hoşçakal diyorum şimdi, gördüğüm her varlığa.

V
bütün uykularından uyanan benim bu dünyanın
bütün ölümlerini ölen, bütün doğumlarını doğan.
sorularını birer muska gibi takıp da boynuna yollara düşen benim
benim için bayramlar koydular takvimlere
benim için sokağa çıkma yasakları, gecelere.
bir uçurumun önündeyim diyeceğim ama bir dağın doruğunda da olabilirim;
sonunda ikisi de aynı kapıya çıkıyor bence.
bir nesneye hep yangın öncesinde dokundum.
ve bir insanı ölümünden az önce tanıdığım çok olmuştur.

şimdi karalıyorum takvimdeki bütün rakamların üstünü artık.
sıfırdan ötesini aklım almıyor.
milât buysa eğer, kendime bir çarmıh bulmam gerek
ki her insan bir milâtı yaşar, bir yerinde hayatının
benim hayatımsa bütün milâtların toplamı oldu
bütün çarmıhları tüketti benim acılarım
bütün isalarımı gözyaşlarım boğdu.

VI
gözlerim kuruyuncaya dek ağlamak istiyorum,
ve sesim kısılıncaya dek bağırmak.
bana düşen bir yağmur damlası
ırmağa dönüşüyor damarlarımda
yüzümü yalayan yel, fırtınaya, boraya.
ve artık sırtıma ağır geliyor yaşamak,
yüzüm gözlerden, sesim kulaklardan
şiirlerim basılı kağıtlardan silininceye dek kaçıp saklanmak istiyorum.

ve sonra bir gün çıkmak dünyaya
elimde bir ekmekle yollarda yürümek,
çiçekleri sulamak, çocukları sevmek.

VII
bağdaş kurup oturuyorum bir uçurumun derinliklerine.
elime kalem almadan şiirler yazıyorum.
ey sokaklarında nöbet tuttuğum kentler
ey yüreğimde gitgide yaklaşan doğum
ad veriyorum artık her nesneye kendimce
bayraksız ülkeler arıyorum artık atlaslarda
mayınsız, telörgüsüz sınırlarda at koşturuyorum
dünyalar getiriyorlar bana, birini seç diyorlar
pazardan üç beş kavun alıp getirircesine
herkesin dünyasından silah sesleri geliyor
bütün dünyaları dolaşsam, mezarlıktan başka bir şey göremeyeceğimi biliyorum
yazıtlarındaki sözler değişikse de ne çıkar
ölüm her yerde aynı ölüm ve her yerde benim sırtım yanıyor tabutları omuzlamaktan
oturup ağıtlar yazmak da bir işe yaramıyor.

bağdaş kurup oturuyorum bir gülün derinliklerine
kendimi yeniden doğmalara alıştırıyorum.

VIII
artık iyice belirginleşen yüz çizgilerimin
izini sürüyorum, geceyarısı baktığım aynalarda
bir çocuk, boyuna hayata ilişkin sorular soruyor
durarak karanlığın doldurduğu uçurumlara bir adım kala.
geceyi sokağa çıkma yasaklarıyla tanıdın, diyor.
her akşam kent kararırken yüreğin de karardı
kimseler bilmedi acını, herkes kendi surlarının ardına
daha ilk karanlık çökerken sığınıp, saklandı.
ve ekliyor, yanıtı olmayan sorularda kaldın
uzun, upuzun bir yolda yürüyen birinin
dönüp de ardına baktığı o yerdesin şimdi
diyor ki, geri dön ve ara o yollarda ayak izlerini.
çünkü bir ağaç köklerinin dolandığınca ağaçtır.
kıyısız bir deniz görmedim, düşüncelerin dışında
bir anıdan yola çık istersen, bir sözden, bir gülüşten
çünkü insan sorularıyla insandır ve onlara bulduğu yanıtlarıyla

IX
bu kez biraz uzun sürdü bu keder
içime ağır bir taş gibi takılıp kaldı
acı, takunyalar giyerek yürürdü yüreğimde
sevincinse tüyden ayakları vardı

ve sorularım ne çoktu benim
ellerim her taşın altını kuşkuyla aralardı
inanmaz olurdum kimi, göğün mavi, yaprağın yeşil olduğuna
gözlerim her renkte saklı bir karayı arardı.

bu kez biraz uzun sürdü bu keder
kollarımı iki yana açıp dansetmek istiyorum
mutlu olmak istiyorum ey kuşlar, ey çiçekler

X
ve her şey akdeniz'in bilincine varmakla başladı. atlasları açıp bakmadım. turistik rehberlerden de sözetmeyeceğim size. bu eğer bir yitik cennetin özlemiyse, akdeniz'in genel görünümüyle bugün artık bir cenneti çağrıştıramayacağı bilinir. her şeyin anamalcı bir düzenin çarkına koşulduğu bir dünyada gözlerimi ellerimle kapatıp bir akdeniz görüntüsü çizmiyorum duvarlara. bugün insan akdeniz'e gidince ırzına geçilmiş bir kadının karşısında duyduğu o kederi duyabiliyor ancak.
yine de her şey akdeniz'in bilincine varmakla başladı. akdeniz'de ben kendi geçmişim ve geleceğimle birlikte tüm insanlığın geçmişini ve geleceğini buldum. dokunduğum bu taş, üzerinde bir takım anlamadığım dillerden sözleri barındıran bu yazıt benden önce vardı, benden sonra da varolacak. doğayı yitirdik belki, ama bir akdeniz çocuğu 'her şey akar' diye sesleniyor bize hâlâ. insanlığın bütün değerleri kendini koruyor; onca olumsuzluğa, zorbalıklara karşın. dünyanın bir çekirdeği varsa, bu çekirdek akdeniz olmalı. çünkü bu dünyadaki bütün 'ilk'lerin serpilip geliştiği yerdir akdeniz. insanın kendi kendini ve tüm evreni sorguladığı bir bilinçlenmedir. 'soru soruyorum, öyleyse varım' der akdeniz insanı.
herkesin bir akdeniz'i vardır. giderek, bütün dünya milyonlarca küçük küçük akdeniz'in bir araya gelip toplaştığı yerdir. insanın kendi varlığının bilincine varması böyle başlar. yalnızlığımın bilincine varıyorum; ama bu yalnızlık duygusu beni insanlardan ayırmıyor, tam tersine insanlara açılabilmemin tek koşulu yalnızlığımdır benim. uyumu akdeniz'de buldum. tüm insanlığın kendi köklerine kavuştuğu bu yerde. ve 'milât' diye bir şey varsa bu dünyada, bu sözlerin dudaklarımdan kaydığı an milât olmalı. benim 'milât'ım akdeniz'e dönmektir. bu dönüşün ötesine uzanan bütün yaşayacaklarım artık milâttan sonraki tarihlerle anılacak.

XI
akdeniz'e dönüyorum, güz kuşlarının
kanat vuruşlarına adımlarımı ayarlayarak
akdeniz'e dönüyorum, dumanlı bir kentin
irin püskürten bacalarını yüreğimden kazıyarak.

yıllar yılı karanlık, nemli odalarda yaşadım
her sabah yüreğime yeni bir uçurum eklemenin kederiyle
bir göçmen kuştum ki ben, güneyi hiç bulamadım
uçmak istesem yasakların surları dururdu önümde.

sokaklar bir yara gibi, yüründükçe kanardı
donup kalırdı sesim, o buzdan yüreklere vurdukça
her ana ağıt yakmak için dudaklarını aralık tutardı
aklım, en güzel duyguların kıyılarında durdukça.

ve işte kendi içimde yürümeyi öğrendim şimdi
bitmek bilmeyen sokağa çıkma yasaklarında
anladım ki artık herkes bayraksız bir ülkeydi
beyinler telörgülerle çevriliydi, yürekler mayınlarla.

yakılan kitapların dumanları tüterdi bacalardan
ben yanan her sözcüğe tek tek gözyaşı döktüm
yeni dünyalar aradım hayatıma, çıkarak atlaslardan
böyle başladı kendi içimdeki o uzun yürüyüşüm.

denizsiz bir gemiydim sanki, topraksız bir çiçek
köklerinden kopmuş bir ağaç dinelirdi önümde
şiirler yazdım, yazan elim, söyleyen dilim titrek
her şiir yadsıdı kendini, yaslanarak bir başka şiire

turuncu bir sokağın aklımı tozutup atması böyle başladı
sıçrayıp gitti bir çocuk, yalınayak, dikenlerin arasında
bahçesi günebakanlı bir ev, taşlık, incir ağacı
el çırpıştırıp, titreyerek akan sular vardı arklarda

baba, bir dilim portakalla köpük köpük şaraplar içer
ana, tulumbanın önündeki yalakta çamaşırlar yıkardı
çocuk, yüzünü bir kitabın sıcacık koynuna gömer
uzak bir deniz ve kızlar üzerine düşler kurardı.

her sokağın bittiği yerde bir limonluk başlar
her limonluğun ardında bir dilim deniz görünürdü
şafakta rıhtımda bir sürü ceviz kabuğu sandal
denizin enginlerine yaşlı balıkçıları götürürdü

geceleri ay bir ekmek gibi büyürdü gökyüzünde
kavrulmuş susam ve yeni biçilmiş buğday kokardı
yıldızlar gümüş sürerlerdi denizin tenine
her yakamozun parladığı yerde bir deniz kızı oynardı.

böyle bir dünyaydı işte, anlatılır mı bilmem?
insan her dönüşünde bulur mu eski ayak izlerini?
yağan yağmurlar mı, yoksa kendi midir onları silen?
dönmek istiyorum ben, dupduru bir su, el değmemiş bir toprağım şimdi.

akdeniz'e dönüyorum! akdeniz'e dönüyorum!
anamın rahmine yeniden, yeniden döner gibi.


ahmet erhan
ankara, aralık 1980
(yazko edebiyat, mart 1981)


-----------------------------------------------------------------------

not: ekim sonunda akdenize gitmeyi düşünüyordum. giderken de, yıllar önce üşenmeyip bir deftere geçirdiğim bu şiiri yazıp 'size bu uzuuun güzelliği bırakıyorum' diyerek.. ama yapamadım işte, 'gitmedim, gidemedim'. yine de, bu şiir buradaki yerini alıversin.. yazıldığı tarihi ve şairinin o yıllarda henüz 20'li yaşlarında olduğunu hatırlayarak okumakta fayda var. tarih biraz da -ve hatta daha çok- böyle öğrenilir. 'birara yazarım' dediğim şeye de gerek kalmadı böylece. işte buna benzer birşeylerdi..
portakal çiçeğinin ne işi olduğuna gelince, benim için akdeniz portakal çiçeği kokusudur da ondan.
bu arada, 'cumartesi yazıları'nın biraz başı ağrıyor bugünlerde. geçince dönecek..

9.11.05

akrebin..



akrebin gözleri her an üstümde sanki
akrebin gözleri öyle yaman ki
öylece bakıyor hiç göz kırpmadan
bekliyor beni kımıldamadan

hainlikle dolup, boşalan bakışları
sanki bitmez bir kin nefret soluyor
yavaş yavaş yandan yaklaşışları
belli ki küçük bir fırsat kolluyor

sen oradasın ben buradayım
sanma ki ben korkulardayım
bundan böyle de kuşkulardayım

akrebin gözleri akrebin akrep
akrebin gözleri akrebin akrep

akrebin gözleri, zaman böyle geçerken
bekleme boşuna bekleme beni
bir yerlerden gelip bir de giderken
varolmak yokolmak ne farkeder ki?

akrebin gözleri akrebin akrep
akrebin gözleri akrebin akrep...

erkin koray


------------------------------------------------------------

doğumgünlerimiz kutlu olsun..

8.11.05

'pembe flamingo'



'bir tanrıça olmaktansa bir siborg olmayı tercih ederim,' diyor yeni zamanın feministlerinden donna haraway. bunu konuşmuştuk taksim sanat galerisi'ndeki sergi çıkışında. eşya ya da makine ile insan arasındaki sınırların bulanıklaşmasından söz ederken eğlenmiştik. tamirci öyküsünü anlatmıştı. tamirciye kasetçaları uzatıp 'kendini iyi hissetmiyor,' demiş ve adamın şaşkın bakışlarıyla karşılaşmış. bedenin, özellikle de kadın bedeninin sınırlarının makine ile olduğu kadar, canavarlarla, hayvanlarla, toprağın dokusu ile iç içe geçtiği, organik insan gözünün perspektifini genişleten resimler yapıyordu. geleceğe yönelik bir kehanet var bu resimlerde. ama gelecek hep eskinin öyküsünü taşıyor. zamanın sanıldığından daha eski olduğunu, insanların göründüğünden daha katmanlı olduğunu sezdiriyor. resmine bakan herkese şu anda ve burada olandan başka, daha eski ve daha yeni bir hayat sunuyor. rahatımızı usulca bozuyor. işe gitmeyle sınırlı olmayan bir enerji, gözünü yummanın dışında bir umut, anlaşmaları aşan bir aşk, iyi niyet mesajlarının ötesinde bir iyilik, kıskançlıktan ibaret olmayan bir kötülük düşündürüyor. bu kadar geniş bir hayatı ve bu kadar kısa bir ölümü değil kabul etmek, anlamak bile çok zor.

meltem ahıska
defter 38 / metis yayınları

6.11.05

korkunun ecele faydası yok!



geçen hafta hemen her geceyi oturduğumuz caddedeki dükkânların alarmlarını dinleyerek geçirdik. her seferinde bir diğerinin.. cumartesi gecesi durup durup çalarak sabahı etmemize neden olan büfenin alarmı (neyi koruyorsunuz? sosisleri mi, ayçekirdekleri ile sakızları mı?) pazar günü saat 17.00 sularında yine çalmaya başlayınca yaklaşmakta olan felaketi tahmin etmek hiç zor olmadı. ama yine de müziğin sesini açarak bir süre dayandım. sonunda aradığım emniyetteki hayatından bezmiş memurla aramızda şöyle bir diyalog geçti:

ben: nereye başvuracağımı bilemedim, sizi aradım.
memur: bizim yapacağımız bir şey yok. siz asıl o alarmı takan lavuk var ya, o lavuk.. işte onu bulun asıl.
ben: zaten onu bir bulsam..
memur: yankesici olsa gelir keseriz..
ben: yankesiciyi niye kesiyorsunuz memur bey. dediniz ya bu alarmları takan, taktıran lavukları kesmek lâzım asıl.
memur: yok onu demedim.. hani yankeski var ya, ondan diyorum.. ekiplerin elinde olsa gelir alarmı devreden çıkartırız. yoksa biraz da biz dinler, döneriz. bence siz bir yankeski bulup alarmın kablosunu kesin.

o akşamı bu diyalogdan ve yankesici/yankeski anlaşmazlığından gevşemiş bir şekilde atlattım. o kadar çok güldüm ki, sesi filan unuttum.
dükkân sahiplerinden birine ulaşılmış. böylece alarmlardan birisi geceyarısı sustu, ama diğeri çalmaya devam etti. ertesi gün konu hakkında öğrendiklerimiz:
. ulaşmaya çalıştığımız alarm şirketinin telefon numarası satış ofisinin.. yani yalnızca mesai saatleri içinde ulaşılabilen bir numara.
. dükkân sahibinin telefonuna gelmesi gereken sinyal, ancak içerdeki alarm çalınca geliyor, dolayısıyla dışardaki sonsuza kadar çalsa da kimsenin ruhu duymuyor.
. bu alarmların karakollara da bağlı olması gerekiyor. ama biraz önceki diyalogdan sonra sizce böyle bir ihtimal var mı?

muhtelif dükkânların alarmları bayram tatili boyunca da aralıklı olarak çalmaya devam etti. bir tahmine göre, emniyetin kameraları ya da dipdibe alarmlar birbirini tetikliyor. tahmin edebileceğiniz gibi artık kimseyi aramıyorum, ne büyüklükte bir yankeski almam gerektiğini düşünüyorum. düşündüğüm hiçbir büyüklük kesmek istediğim şeylere yetmiyor. herkesin nasıl ve neden bu kadar çok ses üretmeye meraklı olduğunu çılgınca merak ediyorum. bütün bu önlemlerin bir işe yaramadığını nasıl olup da göremediklerini de.. haberlerde, soyulmuş küçük esnafın dükkânlarındaki kameraların çektiği görüntüleri izliyorum ve bu görüntülerle hırsızlıkların artışındaki paralelliği düşünüyorum. araba alarmlarının, klaksonların ve cep telefonlarının saygısızca yükselen seslerinin, birilerinin malını mülkünü korumak için heryerde sürekli kaydedilmekte olan görüntülerimizin hiç de öyle gelişmişliğin, teknolojinin, emniyetin, şuyun buyun değil, bal gibi de mülkiyetin iktidarının göstergesi olduğunu görüyorum. 1984’ün üzerinden çok uzun zaman geçti, kimse büyük birader’i filan hatırlamıyor anlaşılan.

bayram nedeniyle merkeze doğru akın eden varoş gençlerinin yüzündeki ifadeyi görünce, yanmakta olan paris aklıma düşüyor. alarmdan buralara nasıl vardığıma gelince.. düşünceleri genellikle böyle zıplayarak yolalan biri olarak pek hoşuma giden bir sözü hatırlatabilirim: sap ile saman tehlikeli ölçüde yakındır.

30.10.05

dinle..



dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:

beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın... herkes ağlayıp inledi.

ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki iştiyak derdini açayım.

aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

ben her cemiyette ağladım, inledim. fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.

herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.

benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.

ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.

bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!

aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.

ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır.

onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.

ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?

ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.

bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.

günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. ey temizlikte naziri olmıyan, hemen sen kal!

balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmıyana da günler uzadı.

ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.


mesnevî - mevlâna
meb yayınları

22.10.05

...



bilgiye ulaşmanın zorluğunu ve hatta kimi zaman imkânsızlığını biliyoruz. ama, en azından 1999 depreminden sonra bu konuda nasıl bombardımana tutulduğumuzu bir hatırlayalım. uzmanları, neredeyse azarlayarak sorguya çektik bütün bu yıllar boyunca, yok büyüklük nedir, yok şiddet nedir filan diye. adamlar, aynı şeyleri tekrar etmekten bitap düştüler, bu kadar çok konuşulup hiç bir şey anlaşılmamasına bir anlam veremiyorlar gördüğüm kadarıyla. aykut barka'nın duvarlar karşısında çaresiz kalıp çekip gittiğini söylemek pek yanlış olmaz herhalde. gerekli gereksiz detayları öğrenip bilgiç bilgiç birbirine satanlar, 'saat 3'te deprem olacak!' telefonlarıyla sokaklara döküldü. hemen hemen bütün bir şehir!

sınıf farklarının ortadan kalktığı durumları severim. cahil diye onu bunu aşağılayıp, kullandıkları teknolojik oyuncakların gazıyla kendini 'gelişmiş' sananların, tek bir cümleyi -deprem önceden tahmin edilemez!- hâlâ ve ısrarla anlamayıp çoluk çocuk parklarda sabahlamalarında, anlayana çok ders var. kabul etmek gerekir ki, insanoğlu/insankızı aslında çok yavaş evrim geçiriyor. bir küçük travmayla darmadağın olmasına, fotoğraf çekebilen cep telefonlarının yapacağı bir şey yok! olup olacağı diyalogumsu monologlar: 'sen de korktun mu? evet, ben de korktum!' 'anlayış olarak pakistan'dan bir farkımız yok' diye feryat ediyor bir deprem uzmanı. içinde biraz oraları küçümseyen bir vurgu olsa da, bu düşüncenin yanına bile yaklaşmak istemeyenlere iyi bir hatırlatma.

bu arada telefon demişken, bir küçük not: keşmir'de, fotoğrafta görülen sınırın iki tarafında kalan aileler 16 yıllık yasaktan sonra ücretsiz bir telefonla birbirlerinin sesini duydular geçtiğimiz günlerde. yüzlerindeki ifade, herkesin eşit olduğu yerin tarifi gibiydi.

'asrî zamanlar'



sponsorların nasıl gemi azıya aldıklarını yaptığım bir iş dolayısıyla derinden anlamış bulunuyorum. ister bir konser, ister bir ödül gecesi, etrafı bilmemne ürünüyle donatmak ve üstelik tam da kendi istedikleri yerde istedikleri büyüklükte donatmak konusunda engel tanımıyorlar. konser mi veriliyor, sigara mı satılıyor belli değil; ödül tiyatroculara mı, votkaya mı gidiyor, anlamıyoruz. görünen o ki, bu teslimiyet artık tartışılmaz halde. 'sponsorsuz hiç bir iş yapılmıyor..' ekonomik meselelere girmeden, yalnızca çok temel bazı dengeleri hatırlayarak bakıyorum konuya ve bu arsızlıktan, parayı veren bütün düdükleri çalar, hatta isterse gelir bizi de çalar durumundan iğrendiğimi söylemek istiyorum.

komedi filmleri festivali'nden haberdar mısınız? ilgileniyor musunuz, filmlere gidecek misiniz? peki bu festivalin sponsorunun isminin, renginin, kendi deyimleriyle 'ciciliğinin' festivalin tepesine bu kadar binmesini nasıl buluyorsunuz? koca kafaların, şarlo ile, lorel-hardy ile yanyana olma ve hatta onların önünde gitme gayretkeşliği size ne hissettiriyor? ilk festivalin açılış gecesinde malûm banka ve malûm kartın gözümüze sokulmasından ve gecenin açılış konuşmalarından birini yapan bankacının kart reklamı yapmasından nasıl rahatsız olmuştuk. hey gidi günler! dün akşam dördüncüsünün açılış gecesinde aynı arkadaş, 'bu festivalin ismi komedi filmleri festivali değil, bilmemne komedi filmleri festivali' diye, adlarını zikretmeyen gazetecileri azarladı. 'böyle yaparsanız, sanata manata destek olmayız haaa..' tonunda. aklıma sık sık gelen bir söz yine dilimin ucunda: "gölge etmeyin, yeter.."

cevaplar, gecikmeden geldi: cem yılmaz, onur ödülü almak üzere sahneye çıkıp, 'komedi ihtiyaç filan değildir, ince nazik bir iştir. ihtiyaç derseniz, perakende, toptan mizah yapanlar türer' diyerek arkasında duranları bi güzel yalanladı. sonra izlediğimiz fransız filmi 'yalanlar ve ihanetler' ise konuya deyim yerindeyse damardan girdi. ünlülerin hayatlarının romanını yazan yetenekli bir adam üzerine şahane bir komedi. kimin adı herşeye rağmen önde olur ve önde kalır, düdük aslında parayı verende mi, düdükten ses çıkarabilende midir, bir kez daha gördük. bankacılar, şilt alıp salonu terkettikleri için bu dersi de kaçırdılar.

gazeteye bi bakmak lâzım, 'emek sineması'nda ne oynuyor acaba?

20.10.05

bu bir spam'dir!



internet üzerinden yayılan her türlü malzemeye mesafeli durdum oldum olası. fıkralar, karikatürler, filmler, imza toplayan ya da yardım isteyen meiller.. neredeyse hiç bir fark gözetmeden bakıyorum bütün bunlara başından beri. bu tarz şeyler gönderen bir iki arkadaşıma, yüzlerce ortak safsata yerine sadece benim için bana yazdıkları iki kelimenin daha değerli olduğunu söylemiştim zamanında. doğru, yanlış, bilemem.. ilk zamanların heyecanıyla herkese her türlü malzemeyi yollayan çok oldu elbette. bakmayın şimdi herkes spam kurbanı, herkes chat yorgunu. bunun gerçek bir iletişim yolu olmadığını anladık mı ne!

postaları karakter tahlili olarak kullanmak mümkün. yardım sitelerine son imzayı atıp yolluyor birileri durmadan. hiç işi olmaz dedikleriniz, şiir sitelerinin müdavimi, ya da açık saçık fıkra üzerinden yakınlık kurma çabaları. bir de çok ciddi, çok politik arkadaşlar var. türk büyüklerine küfreden siteleri kapatmaya çalışan ama ne hikmettir ki bu kadar çok dolaşımda olmasına rağmen hâlâ şu bilmemkaçıncı imzayı attırıp da kapatamayanlar ve dön dolaş çoğaltıp duranlar..

ben de yazdıklarımı internette çoğalttığımın ve sesimin duyulmasını umduğumun farkındayım elbette. tam da bu noktada şöyle söyleyebiliriz belki: gerçek bir iletişim yolu olmasının önü de böyle kesilmedi mi sizce? gerçek yardım çığlıkları, bu müthiş mecrada yitip gidiyorlar. inandırmak için binbir takla, sanal olmadığına dair türlü kanıt.

çok yönlü bir konu olduğunun da, tam tersi örneklerin de farkındayım. bu yüzden de bir yere bağlamıycam. tek neden, epeydir boş duran posta kutumun, taşrada yaşayan bir yakınım sayesinde yeniden hergün kırmızı alarm vermesi. yıllar önce gelen giden postalar, şimdi anadolu'dan yağıyor. yepyeni sanılarak ve bir işe yarama duygusuyla.. ona söyleyemem, anlamaz, kırılır. ama burada bağırabilirim: bir yerleri tıklayınca afrika'daki aç çocukların karınlarının doyduğuna inanmıyorum; şiirleri kendi istediğim resimler eşliğinde -hatta mümkünse imajsız- ve şairinin yazdığı düzende okumak istiyorum; birileri bir yerlerde küfrediyorsa bununla yasaların başa çıkmasını bekliyorum. ve en çok da 'günü yaşama' üzerine, erdem ve tevekkül üzerine bunca yazıyı en çok da bunlarla hiç işi olmayanların çoğaltmasındaki riyaya dikkat çekmek istiyorum. hâlâ tamamı sanal olmayan bir hayatta yaşadığımızı umarak.

17.10.05

lütfi!



"zamanımızın gerçek bireyleri kitle kültürünün yarattığı kof, şişkin kişilikler değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken, acının ve alçalışın cehenneminden geçmiş fedailerdir. bu şarkısı söylenmemiş kahramanlar, başkalarının toplumsal süreç içinde bilinçsiz olarak hedef oldukları terörist imhaya bilinçli olarak hedef kılmışlardır kendi varlıklarını. toplama kamplarının bu adsız kurbanları, doğmaya çabalayan insanlığın simgeleridir."

horkheimer

...
lütfi kuzu

6 mayıs 1959 - 17 ekim 1996

balıkesir'de doğdu. liseyi bitirinceye kadar orada yaşadı.
adana'ya endüstri mühendisliği okumaya gitti, ama üç yıl sonra bu fikrinden caydı. 'dev-yol' okuluna başladı. adana'daki son bir yılını hapishanede geçirip mezun oldu.
istanbul'a basın-yayın okumaya geldi, ama üç yıl sonra bu fikrinden caydı. tanıştığı devin erman'la 'iletişim yayınları' ve 'yeni gündem' sınıflarını bitirip 'birikim' okulundan mezun oldu.
yazdı, çizdi ve 'boyut'ta yönetti.
sırada sevdiği horkheimer alıntısı için 'sinema ve tv' vardı.
bir oğlu var, adı 'deniz'...
son söylediği galiba, 'ben köyüme bir bakayım, siz devam edin' idi.
herhalde, çelenk göndermek yerine insan hakları derneği'ne bağışta bulunun derdi.

ailesi ve arkadaşları

---------------------------------------------------------------------------------
herşey yarım kaldı
“bunu daha önce konuşmuş muyduk?”
yarım kaldı
yeni başlamıştık, nefes nefese..

ay yarımdı

hayat yarım kaldı.
deniz,
öylece kaldı yüzünü elleriyle kapatıp
“eyvah, ben şimdi ne yapacağım”
baba gelip deniz’i sevdi

ay yarım kaldı

soğuk geldi, kapıyı kapattı
kapının kolu yarım kaldı, kapı yarı açık
‘gözlerini kapat oğlum’
gözleri yarı açık

ay, ay…

15.10.05

'galileo'nun kızı'



pek muhterem ve sevgili efendi babam,

tatlısını yapmamı buyurduğunuz kavunlara gelince; şu anda size gönderdiğim bu küçük dilimi çıkartabildim ancak. zira, korkarım meyve yeterince taze değildi; bir türlü istediğim kıvama gelmedi. onunla birlikte, önümüzdeki bayram için fırında pişirilmiş iki armut gönderiyorum. fakat, size çok daha özel bir hediyem var: bir gül. bu soğuk mevsimde olağandışı bir şey. bu hediyeyi sımsıcak duygularla karşılayacağınıza eminim. üstelik, bu gülle birlikte, rabbimizin onulmaz acılarını temsil eden dikenlerini; (bu kutsal ıstıraptan dolayı) bu dünyadaki yaşamın gelip geçici, karanlık kışından sonra, rahman ve rahim olan tanrının bize ihsan ettiği cennetin ebedi baharının berraklığına ve mutluluğuna nihayet eriştiğimizde bizleri bir ödülün beklediğine dair umudumuzu simgeleyen yeşil yapraklarını da kabul etmiş olacaksınız.
mektubuma burada son verirken sör arcangela'yla birlikte sevgilerimizi gönderiyoruz. her ikimizin de sağlık durumunuzla ilgili haberleri sabırsızlıkla beklediğimizi unutmayınız efendim.

san matteo, 19 aralık 1625
sizi çok seven kızınız.
s. m. celeste

gönderdiğiniz lambayı içine sardığınız masa örtüsünü geri yolluyorum. bizim de sizde sepetteki gömleklerin üzerine kapak niyetine örttüğümüz bir yastık yüzümüz olacak.

...
"galileo'nun venedikli güzel marina gamba'yla uzun süren yasak ilişkisinin meyvesi maria, yeni bir yüzyılın sıcak bir yaz günü, 13 ağustos 1600'de dünyaya geldi. aynı yıl, sapkınlıklarının ve küfürlerinin üstüne, bir de yer'in evrenin merkezinde hareketsiz durmadığını, güneş'in etrafında dolaştığını söyleyen dominikan keşiş giordano bruno, roma'da kazığa bağlanarak yakılacaktı. evrendeki yerinden henüz habersiz olan bir dünyada, iyi bir katolik olarak büyük saygı duyduğu göklerin krallığı ile, teleskopuyla sırlarını ortaya döktüğü gökküre arasındaki dikenli yolda yürüyen galileo da, kilise ile aynı kozmik çatışma içine girecekti.

galileo, kızını onüçüne bastığında yoksul ve münzevi bir yaşam süreceği arcetri'deki san matteo manastırı'na verdi. virginia rahibe olduğunda, kendini yıldızların büyüsüne kaptırmış olan babasına bir şükran ifadesi olarak maria celeste adını aldı. bütün yaşamını duayla ve kefaretle geçirdikten sonra bile, adeta bir koruyucu azize adanır gibi galileo'ya hep bağlı kaldı. babasına düşkünlüğü, 10 mayıs 1623'teki ilk mektuptan başlayarak; galileo'nun yaşlandığı, sık sık hastalandığı, buna rağmen araştırmalarını tek başına sürdürdüğü ve engizisyonda yargılanmasına yol açan bir kitap yazdığı sonraki on yıldan günümüze kalan 124 mektupta daha da yoğunlaştı."

galileo'nun kızı
(bilim, inanç ve sevgi üstüne tarihsel bir inceleme)
dava sobel

t.iş bankası kültür yayınları


-----------------------------------------------------------------------------
celeste'nin mektuplarıyla örülü bu kitabı burnumun direği sızlayarak okuduğum günlerde galileo'ya verip veriştirmeme neden olan neydi? evlilik dışı ilişkiden olan kızlarını çocuk yaşlarında manastıra gönderirken, aynı ilişkiden olan oğlunu yanında tutup üniversite eğitimi aldırması mı? kiliseye boyun eğdiği halde, efsane yaratmaya meraklı tarihçilerin yazdığı bir yalanla, ('yine de dönüyor' demiş.. kim duymuş, ne zaman demiş?) tarihe böyle geçmesinin engizisyon ateşinde cayır cayır yanan giordano bruno'ya haksızlık olduğunu düşünmem mi? 'ölmüş gitmiş adamlar, sana ne' demeyin. celeste'nin mektuplarından, genç bir kadının soluğunun sesi ve çörek kokuları geliyor hâlâ.

11.10.05

...



evet, yazılar bazen koşarak kaçıyor insandan. bir şey için oturup masaya, bambaşka bir yerden çıkabiliyorsun. bazen de, çok sıcak oluyor konu, fazla sıcak. yalnızca elini değil, bedenini de kavuracak diye öyle bakakalıyorsun. uzaktan değil, taa içinden.
...
seyahatin yalnızca bir yer değiştirme olmadığını düşünüyorsanız, başkalarını tanıdıkça kendine yaklaşmanın ne demek olduğunu da bilirsiniz. herkes tanıdık, herkes komşu gelebilir insana. bazen nasıl herkes yabancı, herkes uzak geliyorsa tıpkı öyle.
...
'kendini kendiyle besleyenler'. anlamak için yaklaşmak lazım. ama ayakkabıları kapıda çıkartıp girmekte fayda var. sessizce, ayaklarının ucuna basarak.
...
mahallede çok çocuklu bir ailenin evinde yangın çıktı. birileri dumanı görüp koştu. duman ciğerimize oturdu.
...
bağımsızlığı için savaşılan, paylaşılamayan bölge keşmir, yer ile yeksan. sınır dinlemeden, her iki taraftaki de toprağa gömüldü. 'hindistan tektoniği milyonlarca yıldır olduğu gibi hareket etti ne yazık ki. himalayalar da böyle oluştu. ve bu hareket hep devam edecek.'
...
pakistan'da otobüsler, kamyonlar nakıştan ibarettir. daha önce gündüz gözüyle görsen bile, gece yollarda, karşıdan gelen, yanından geçen büyülü fenerler, ejderhalar karşısında gözyaşlarını tutamazsın heyecandan. pardon duyamadım, yoksul bir ülke mi demiştiniz?

9.10.05

son dördün



bugün ayın ilk dördünü. hilâli, dolunayı anıyoruz sık sık, ayın en az adı edilen evresi -ki adı pek hoştur- bize kırılmasın. hafif bir pusun arkasında öyle güzeldi ki bu akşam. sonbahar, pazar, ay ve vapur.. istanbul kendini bırakırsan ve dinlersen her zaman başka bir şarkı söyler. dinledim, geldim, bunları yazıyorum. hayatımdaki coşkunun ve ironinin niye yazılara nüfuz edemediğini merak ediyorum. niye o şarkıyı değil de bunları yazdığımı bilmiyorum.
...
'simit atabileceksiniz, ama martılar yetişebilir mi bilmem!' diye yeni alacakları oyuncakları tanıtanlar, tepkilerden sonra vargüçleriyle sarıldılar bu 'eski ve yavaş' taşıtlara, martılara, simite, şuna, buna.. arsızca edebiyatını yapıp duruyorlar. üstüne üstlük 'biz zaten öyle dememiştik, yanlış anladılar' deyip nazire yaparcasına internet sitesi açtılar. vapurlar hiç bir yere gitmiyormuş!

ne idüğü belirsiz bir modernliğin peşine takılıp ilk iş plastik bardakla çay satmaya kalkınca yine ahaliyi buldular karşılarında. cam bardakların suyu mu çıkmıştı? 'hijyen değil, bulaşık makineleri gelene kadar böyle, biz zaten kaldırmayı düşünmüyorduk!' diye yine kıvrak bir manevra. sanırsın ellerinde yıllardır vapurlarda çay içenlerin yakalandığı hastalıklara ilişkin bir istatistik var. maksat değişiklik olsun, dostlar alışverişte görsün. şimdi yine kör gözüm parmağına bir afişte ince belli bardak ve çay keyfinin eskisinden daha iyi olduğuna dair laf salatası.

iskelelerde, 'çalışıyoruz, müthişiz' afişlerinden göz gözü görmüyor. kendi yaptığı işi bu kadar çok tanımlamak 'reklam çağı, promosyon çağı' çığlıklarının bir uzantısı olsa gerek. çok bağırıyorlar, çıkan gürültüden gözümüz sağır oluyor. kısa bir süre önce o afişlerin yerinde, sendikaların uyaran sözleri asılıydı: 'tecrübesiz kaptanlarla felakete davetiye çıkartılıyor'. dümenlerde artık yollardaki biçici şoförlerin biraderleri var sanırım. iskelelere yanaşamamak normalleşti, boğaz ortasında garip manevralarla durgun denizde sallantılar macera hissi yaratıyor besbelli. sabahları, yalnız sisli havalarda duyulan sinirli sirenlerle uyanıyoruz. saygısızlık ve pervasızlıkta otomobil klaksonlarını aratmıyorlar. şubat ayında, protesto için sirenlerini çalan kaptanları yemeyip içmeyip gürültü kirliliği cezası ile tehdit edenler horul horul uyuyorlar.

bir pazar akşamı yarım saat beklememek için koşarak vapura binmeye çalışıyoruz, çıkış yerinden girerek. güvenlik görevlileri bizi neredeyse derdest edip tutuklayacaklar, öyle bir görev aşkı, öyle bir yenileme çalışması. herşey insan için! ama vapurlar yarım saatte bir, ama gece onikiden sonra sefer yok. dedik ya, dostlar alışverişte görsün. 'pencerelere bir iki çiçek boyatalım abi, nostaljik olur.'

'biz vapur yanaşmadan atlamayanların bankasıyız' diyenler hiç merak etmesin; vapurdan iskeleye atlayabilenlerin, vapurdan kendini atabilenlerin, hiç vapura binmeyebilenlerin ve bazen de vapurla iskelenin arasında sıkışanların bankaya pek ihtiyaçları da yok zaten.

5.10.05

nötron bombası



ağır hantal yapı, çok ışıklı, çok parıltılı, bolluk simgesi bir ana caddeye yüz metre uzaklıkta olmasına karşın, artık kenar mahalleliği benimsemiş bir istanbul parçasında, çevredeki bozulmanın ayırdına varmayan bir kendini beğenmişlikle yayılıyor. içinde oturanlar ise elbette çok iyi biliyorlar artık ayrıcalıklı bir muhitte yaşamadıklarını.
...
daha yapının dışını görünce tutuluyor insan. dar sokağın bir ucundan öte ucuna uzanan bağdaş kurmuş oturuşunda pek çok çağdaş binanın erişemiyeceği bir heybet var. bu izlenim yalnızca bir bahçenin üç yanını çevrelemesinden değil, gerçekten insansı bir görünüşü olmasından kaynaklanıyor.
...
ana kapıdan girince, eskimiş, bakımsızca ama parlaklığını hâlâ yitirmemiş bir saraya adım attığını sanıyor insan ve bu eski istanbul kokusu ile coşkulanıyor. sanki artık varolmayan istanbul'a dikilmiş bir anıt bu yapı. yok olmuş güzellikleri inatla saklayan bir anıt.
...
kendi başına kişilik kazanmış bu taş yığını, içinde yaşayanların bile duymadıklarını özümlemiş, hepsinin de üstesinden gelmiş ve gelecek. tüm incileri dökülmüşlüğüne karşın dimdik ayakta. çevresinde ne var ne yok küçültecek, hatta unufak edecek kadar sağlam. hiç yıkılmayacağından güvenli.
...
bir zamanlar daha çok müslüman olmayan ailelerin oturduğu sayısız pencereli bu dev yapıda geniş mermer merdivenler, nakışlı tavanlar, incelikle işlenmiş balkonlar ve kafesli asansörler var. dairelerinin tavanları erişilmeyecek kadar yüksek, salonları doldurulamayacak kadar geniş.
...
kafesli eski usul asansör yukardan türlü gürültüler çıkararak iner hep. ilk kez gelen bir yabancı, mermer tabanlı geniş girişte durup asansörü beklerken, uzun süre gelmeyişinin nedenini araştırmak için merakla yukarı bakar. oysa apartman sakinleri yıllanmış asansörün tepelerde bir yerde nazlandığını bilirler. kırıtıp nazlandığını ama her zaman geldiğini de...
...
ölenle ölmeyen, bitenle bitmeyen bu bina, istanbul varoldukça ayakta kalacakmış gibi. hâlâ aşağı mahallenin çocuklarıyla alay eden, yukarı mahallenin çağdaş yapılarına burun kıvıran. iki yanı da aynı ölçüde ezebilen. görkemiyle.

-----------------------------------------------------------------
not: pınar kür'ün bir deli ağaç'ını okuduğum günlerde bir binaya rastlamış ve öykülerin kahramanının o olduğuna inanıp bir okul ödevimi bunun üzerine kurmuştum. geçen zamanda kitaba konu olan binanın o olmadığını anladım; bir arkadaşım 'esas' binada yaşadı, öldü; istanbul'un köhne binaları kıymete bindi, sahip ve tarz değiştirmeye başladı; beyoğlu'nun bağrında bir yara ve sınıflararası bir uçurum gibi açılan tarlabaşı bulvarı'nın öte tarafı keşfedilmeye başlandı.
şimdi, değişmekte olan eski bir apartmanda oturmanın da etkisiyle, binaların yaşantıları ve insanların onlarla ilişkisi üzerine düşünürken, bu eski derlemeyi paylaşmak istedim.
kitaptan konu gereği yaptığım kolaj ve araya girmelerim, umarım yazıya müdahale olarak değil de, bir öğrencinin heyecanı diye algılanır.

29.9.05

başkalarının sözleri



dünyayı yağlamak lazım paslandı düzgün dönmüyor
aya gidip bakmak lazım burdan bişey görünmüyor

...
hakan, cumartesi yazıları'nın 'herşeyi olanaklı kılan özgürlük hakkında zorunluluktan yazılmış yazılar' olduğunu söylemiş. ben cüret edemezdim bu kadarına, öptüm başıma koydum..
...
hope there's someone
...
zamana dair söylentiler nereye kayboldu?
...
yazılar, arkalarında bir isim, bir kimlik olmadan kendi uzaylarında varolabilirler, kategorize edilmeden okunabilirler. kıyaslamadan anlamak, kıyaslanmadan anlaşılmak istiyorum. çok mu şey istiyorum?
...
beni artık yormayın, daha fazla sormayın, vardır elbet bildiğim boşuna uğraşmayın
biraz sinirliymişim, bişey beğenmezmişim, evden hiç çıkmazmışım, iki laf etmezmişim
doğduğum günden beri mecburen içerdeyim, en doğrusu böyle, dışarı çağırmayın
biraz kibirliymişim, bi selam vermezmişim, biraz acayipmişim, galiba deliymişim
çünkü gülyabaniyim ben, çok yabaniyim ben, girerim rüyanıza, hepinizi yerim ben

25.9.05

şiddetin binbir yüzü



iki yüzlü burjuva ahlâkından konuşmaya başladık madem, biraz ordan sürdürelim düşünmeyi. düşünmek dediğim de soru sormak aslında. sorular birden üşüşür insanın kafasına bilirsiniz.

erkekler neden tacizi, tecavüzü anlamak için ille 'bizim de anamız, bacımız var.' demek ihtiyacını duyuyorlar, onların tecavüze uğrama ihtimalleri hiç yok mu? hayatta hiç bir şeyden ibnelikten olduğu kadar korkup çekinmezken bunu sadece bir kadınlık sorunu olarak anlayıp kendilerinden bu kadar uzak sanmasalar yine böyle mi olurdu herşey?

aile sevgisi sadece kendi kızını sevmek, karısına sahip çıkmaksa, herkes yalnızca kendi ailesini korumak için kaplan kesilip diğerine salyalarını akıtıyorsa bu nasıl bir kutsal ailedir ve biz buna neden saygı duymak zorundayız? aynı adamlar hem küçük kızların istemeden çekilmiş çıplak görüntülerinin peşine düşüp geceleri marka kravatlarını gevşetip, hem her fırsatta karılarını nasıl da hiç dövmeyip başlarının tacı yaptıklarını anlatıp sırıtarak nasıl hiç durmadan konuşabiliyorlar? nasıl bu kadar çok konuşabiliyorlar ve nasıl oluyor da torunu yaşındaki bir kıza neredeyse 'hiç zevk almadın mı?' tonunda sorular sorabiliyor şu karısını çok seven adamlardan biri? karşılarında hep elpençe divan durulması gerektiğine ne kadar çok inanmışlar ki, sadece kendini koruyan birinin başını dik tutmasına bile tahammül edemiyorlar?

diktatörlerle bile sırıtarak konuşan surat ilk kez yamuluyor. ve günlerdir bir haber merkezinin çalışanları, bırak zaten yapmaları gerekeni yaparak görüntüleri kesmeyi, işi gücü bırakıp, patronlarına cevap vermeyen -ya da gereken cevabı veren- kızdan intikam peşine düşüp zekice olduğunu sandıkları dokundurmalara devam ediyorlar.. bıçaklamaya..

medyanın rolüymüş! kimsenin böyle sanal çerçevelerin içine girerek ya da girmeyerek kurtulamayacağını biliyoruz. suç da ceza da bireysel, günah da, sevap da.. önceki yazıdan devam ederek bitirelim. herkes kendi hayatına baksın bi zahmet..

22.9.05

'ama ben onun için en iyisini istemiştim!'



lafı fazla çevirmeden doğrudan söylemekte fayda var. herkes anne/babasının kurbanıdır. tıpkı onların da kendi anne/babalarının kurbanı olduğu gibi.

'kurban' lafını ağır bulanlar olabilir, başkalarının hayatlarına bakıp kendilerininki için şükredenler de. bilmemkimin annesi kadar müdahaleci olmadığı için annesine teşekkür ederken, açıkta olmayan yaraların dipten derinden nasıl kanser ettiğini unutur insan. asıl tehlikenin iyilik gibi görünen ilginin arkasında yattığını da. meselelerin, içinde olmadığımız kısmıyla ilgilenmek rahatlatır. televizyonu sadece seyrederiz, orada görünmek gibi bir derdimiz yoktur. hoş, zaten bu sadece varoş insanlarının gönül indirdiği süfli bir konudur. 'eğitim şart'tır. 'su testisi su yolunda kırılmıştır.'

zor olanı yapabiliriz aslında. tehlikenin küçük burjuva ahlâkında yattığını itiraf ederek başlayabiliriz. annenin/babanın payını gramla tartmak yerine toptan 'kutsal' aile kurumuyla hesaplaşabiliriz. devlet/aile ikilisini yeniden hatırlayabiliriz. gençlerin en değer verdiği şey sıralamasında ailenin neden ilk sıraya yerleştiğini merak edebiliriz. ve başkalarının hayatına bakmak yerine kendimizinkine bakmayı deneyebiliriz.

ata isminde bir çocuğa ağlayamıyorsak kendimize ağlayalım..

---------------------------------------------------------------
not: jessica lange ve oğlu bu yazıya sebepsiz eşlik etmiyor. fotoğraf frances filminin setinde çekilmiş. film, kızlarının öfkesini ve özgürlük isteğini anlamaktansa akıl hastanesine yatıran ve iyileşmesi için lobotomi yaptıran bir ailenin, daha çok da annenin varlığı ile aklımda. başlıktaki cümle filmde geçiyor muydu hatırlamıyorum ama hastanedeki kızına birşeyler ören annenin yüzündeki ifade tam da bu cümleye uygundur.

19.9.05

'a ay'



beş yaşımdayken ölen babaannemle ilgili hatırladığım tek tük sahneden en belirgin olanı ayın ilk göründüğü günlere ait. hep hasta ve yataktaydı, bu onu ayakta hatırladığım tek an aynı zamanda. bana tutunurdu, dışarıya çıkardık, ince mi ince hilâle bakarak önceden öğrettiği duayı söylerdik birlikte. fısıldayarak.
'ayı gördüm allah, amentübillah, çok günahlarım var, affet allah.'

yollarda tanıdığım bir adam, eski sevgilisini anmıştı dolunay akşamında, pek kimseye anlatmadığı halinden belliydi: 'hâlâ, her dolunayda göğe bakıp onu anarım ve adım gibi bilirim ki o da o anda beni anıyor.' çoluklu, çocuklu, karısını seven, mutlu bir adamdı. gözyaşlarını zor tutmuştu, lafı değiştirip birlikte aya bakmıştık. o günden sonra her dolunayda ben hem onu, hem sevgilisini andım.

gökyüzünü gören evlerde oturmak iyi gelir. ufku açılır insanın, güneşle, ayla olan ilişkisi tazelenir. paylaşma isteğini artıran bir coşku ile hilâlden dolunaya göğe bakıp ötekileri anarsın. kendini ve herkesi affetmeyi dileyerek.

17.9.05

'öğle uykusundan uyanırken'



zamana dair söylentiler'e rastladığım anda aklıma düşen başlıktı bu. 'öğle uykusundan uyanırken', melih cevdet anday'ın bir şiir kitabında karşıma çıkıp allak bullak etmişti geçmişte. elimdeki kitaptan bir zamanlar altını çizdiğim satırlara yeniden göz atmak yetmedi, kardeş metinlerin yanında görmek istedim. ikilenmedi, üstelik yanında bir çözümlemeyle birlikte.. eyvallah.

oraya gider büyük bir kısmını okursunuz. bu da tadımlık bir parça. hayatını 'söz' üzerine kurmuş bir adamın gizli çığlığı.

"hiç istemeden kendini bana yakalatmış gizli bir dünya idi bu. (sonraları bu dünyayı kaç kez gördüm, kaçırdım ve her görüşümde hasta düştüm. belki de delilik budur, çünkü kimseyi inandıramazsınız, herkes sizden uzaklaşır. oysa hepimiz o dünyada yaşamaktayız, ama "söz"ün yetersizliği bizi yenik ve mutsuz düşürüyor. bir gün gerçek "söz" bulunacaktır.)"

12.9.05

küfür etmesini de biliriz



tarihlerle aram pek iyi değil. günü geldiğinde farkediyorum doğum günlerini, yıldönümlerini, çağ dönümlerini. hatta kimi zaman, günü geçtikten sonra. önceden tedbir alınması gereken bir durum yok allahtan, olsa olsa birileri güceniyor, bazen ben hayıflanıyorum. ama hem kişisel tarihimde yeri olan, hem de herkese değip geçmiş durumlarda karışıyor işler. eylül'ün ilk haftasından sonra geri sayım başlıyor topluca, unutmak mümkün değil. 8, 9, 10, 11, 12.

herkesin hemfikir olduğu gibi aslında hiç aklımızdan çıkmayan, ya da hiç yaşanmamış gibi davrandığımız için tamamen aklımızdan çıkmış görünen ve '25 yıl geçti üzerinden.' cümlesinin bile soru işaretli olduğu bir durum. sadece bir günden bahsetmiyoruz. bir kuşağın tam ortasında kaldığı, önceki ve sonrakilerin de nasiplendiği bir yangın. birileri bu kadar çok gökyüzüne bakıyor, hep ışıklı evlerde oturmak istiyor, kendini sokaklara atıveriyorsa sebebi var.

dedim ya, yıldönümleriyle işim olmaz pek. söyleyeceklerim de çoğunun yanında pek cılız kalır zaten. bir ara, belki bir nisan günü, benim 12 eylül'ümü yazarım, yaz ortasında kar yazısı yazar gibi.

bitirmek için gaye boralıoğlu'ndan ödünç satırlar: "ama yine de... atlatabilmeyi, yeniden düze çıkabilmeyi, yüzebilmeyi, aynı anda ileriye, geriye, aşağıya yukarıya bakmayı becerebilirim. ve ayrıca gerektiğinde küfür etmesini de iyi bilirim."

7.9.05

sıçan deliği



akşam olur, oyunlar biter, hava iyiden iyiye kararır. en önce babası eve erken gelen çocuklar kaybolur ortadan. sonra bazı küçükler ve bazı korkaklar. korkusuzlar en çelimsizlerin arasından çıkar çoğu zaman.

karanlığın basışı nasıl anlaşılmaz, birden herşey görünmez olur; çocukların dağılması da öyle. bir anda ıssızlaşır sokak, oyun sonsuza dek sürecek sanırken birden terkedilirsin. eve girmemekte direnir, kendince oyunlar icat edersin belki. ama akşam üzerlerinin şarkısı budur işte, tek başına söylemeye devam et: ‘evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine.’

sokağa gelecek yeni çocukları bekler birileri. gelenler, onların uzun geceleri sokakta geçirdiğinden habersiz, tazeliğin şımarıklığını yaşar. yorgunluk giderek artar, evlerden gelen sıcak çağrılar ve yeni çocukların anlamayan enerjisi epeyce zorlar. ama direnmek iyidir, sokak güzeldir.

4.9.05

hep birlikte/tek başına



'sahneye çıkmak' üzerine biraz kafa yormuşluğum var. bütün şu 'hayat sahnesi' tanımlamalarını da içeren, rol modellerinin izini sürmeye çalışan, alkışın/iltifatın esiri olup, hep sahnede olmayı hedefleyerek yorulan hayatlar üzerine bir dizi düşünce kırıntısı. arkadaş topluluklarının aranan insanı olmaktan, bir stadyum konserinde şarkı söylemeye uzanan geniş mi geniş bir alanda hep aynı mesele: olduğun halinle, istediğin zaman istediğin yerde kendini anlatmak mı, beklentilerin peşinde sürüklenmek mi?

kırk yıldır sahnede olan, 60'ların öncü gruplarından tut, sonraki yılların birçok dünya yıldızı ile ortak çalışmaya kadar buralara sığmayacak miktarda üretmiş bir adam, kelimenin tam anlamıyla huşu içindeki dinleyicisini 'kendi' sahnesinde ağırladı. arkada dönüp duran meditatif şekiller, görüntüler, renkler ve zaman zaman bunların üzerine düşen dingin profiliyle onun ve sesinin izini sürenlerle buluştu. hiç bir fazlalığa izin vermeden, müziğin ve kişiliğinin zenginliğinin yeteceğinden emin, sükûnetle şarkı söyledi. yarattığı coşku, tek başına eve doğru giderken sarmış olmalı herkesi. teker teker, yavaşça..

şimdi bu iki paragrafı birleştirmek için yeni cümleler kurmak gerekiyor sanırım ama hadi bunu bir tarafa bırakalım, yıllar yılı birlikte müzik yaptığı insanlar olmaksızın sahnede tek başına sesler üreten jon anderson'ın konserinin sonlarına doğru kafamda yankılanan bir cümleyle bitirelim: şimdi burada bunu yalnız başıma ve bütün o arkadaşlarım olmadan yapıyorsam, elimden başka türlüsü gelmediği içindir."

27.8.05

ilkbahar, yaz, sonbahar, kış



istanbul'a yılın ilk karı yağıyor. ilk ve belki de son. topu topu bir kez beyazlara bürünüyor şehir, o da yarım yamalak, belki bir iki gün. pencereden karlı istanbul'a bakarak 'yersiz yurtsuz'u okuyorum. karın sessizliği ve zamandışılığı kitabın temalarıyla birleşip geçmişin hayaletlerini çağırıyor. kuvvetle.

m.'de bütün kış kar yağardı. öyle böyle değil, bayağı yağardı. sarıp sarmalar, sessizliğini ses kılar, kış mevsimini iliklerine kadar hissettirirdi insana. doğduğumdan beri dolaşmakta olduğumuz akdeniz kıyılarından gelmişiz oralara, kar benim için resimsel bir büyü neredeyse. ilk gördüğümde 'dolu yağıyor' diyip herkesi neşelendiriyorum. şaşkınlığım, insanın ancak çocukken yaşayabileceği bu yenilik duygusu, büyüklere de coşkuyu bulaştırıyor. hep beraber, ilk kez görüyormuş gibi yılın ilk karını seyrediyoruz.

karın buza döndüğü gün okula gitmek üzere kapıdan çıkıyor ve iki adım sonra kayıp düşüyorum. kalkıp iki adım daha atıyor, yine düşüyor ve çaresizlik içinde, besbelli ağlayarak eve dönüyorum. karlı bir memlekette büyümüş olan annemin biraz da eğlenerek yüreklendirmesiyle o gün okula gittim mi, ya da nasıl gittim, hatırlamıyorum. ama kısa zamanda, oralarda büyümüş çocuklar gibi seke seke olmasa da kaymadan, düşmeden yürümeyi öğreniyorum. sonra da karın tadını çıkartmayı.

karlı bir sabahtan ve bir sürü başka sabahtan aklımda kalan görüntülerde hiç araba yok, kaldı ki araba geçecek yer de yok. sabah birileri yürümek üzere geçitler açmış yolda. cadde boyunca yığılmış karların arasında uzayıp giden tünellerden birinde yürüyerek okula gidiyorum. sessizliğin dışında tek hatırladığım, yandaki tünelden gidenlerin şapkaları.

o karlı günlerden birinde, dersin boş geçmesini fırsat bilip okulun arka bahçesinde kızlı erkekli kartopu oynarken kovalanıyoruz. sadece arka bahçede kartopu oynadığımız için müdürün karşısına dikiyorlar bizi. ailemize söyleme tehditleriyle anlamsız ve uzun bir sorgu. ama dik başlı çocuklarız işte. titreyerek de olsa itiraz ediyoruz. 'biz bir şey yapmadık ki!'

yıllar sonra aylar süren bir geziye çıkıyorum. çocukluğumun geçtiği şehirlerde, oturduğum evlerde, okuduğum okullarda sessizce dolaşıyorum. komşularımızı buluyor, tepesinden inmediğim ağaçların altında oturuyorum. bütün eski sevgilileri ziyaret ediyorum kendimce.

m.'deyim. bahar gelmiş, yeşil erik çıkmış. bir kesekağıdı çekirdek alıp parklardan birine oturuyorum..

---------------------------------------------------------------
not: her yıl ağustos'un ortalarında rüzgâr hafiften ürpertmeye başlayınca, bir yandan yazın bitmesine üzülürken diğer yandan 'demek ki herşey yolunda' diye düşünürüm. kadim bilgi doğru söyler: 'ağustos'un yarısı yaz, yarısı kış'. ama her yıl bahar gelirken 'ya bu yıl çiçekler açmazsa' diye endişelenen arkadaşım gibi ben de bu sıcaklar sürdükçe, feleğini şaşırmış güzelim iklimleri düşünüp sinirleniyorum. geçen kışın karlı yazısı bu yüzden burada.

19.8.05

yali'nin sorusu



"neden siz beyazların bu kadar çok kargosu var, bunları yeni gine'ye neden getirdiniz ve biz siyahların kendi kargosu neden bu kadar az?"

gelirken yalnız yönetim şekillerini değil, yüzlerce malı da beraberlerinde adaya taşıyan beyazlara bu soruyu sorabilen yerlilerin olması şaşırtıcı değil. aslında şaşırtıcı olan, sıradan, normal ve çok sahici olan bu soruya rağmen dünyanın ve hayatlarımızın nasıl olup da bu kadar fazla 'şey'le tıkabasa dolu olduğudur.

ısrarla ve her fırsatta sorulan, neden şunu kullanmadığımı, neden bilmemneye sahip olmadığımı merak eden sorulara tek bir cevabım var: sebep? (- vizontele dünyayı evimize getirecek hanım. - sebep?) önce ihtiyaç yaratıp sonra pazarlayan bu dünyayı ancak kullanmayarak, sahip olmayarak, tüketmeyerek yoksayabiliriz. ikiyüzlü hayatlarda önce öğrenilmiş cümleler kuruluyor, ardından zamanı, modernizmi, şunu bunu bahane ederek yetişme çabası. nereye ve ne için olduğu bilinmeyen bir koşu..

beyoğlu'nun ortasından yavaşlatılmış çekimde geçiyorum, kafamda yali'nin sorusu. çevremdeki hızlandırılmış koşuya hergün yenileri katılırken benim sorum bu kalabalığın ortasında olmayı da kapsıyor bazen: sebep?

8.8.05

sonsuz zamanın peşinde dağınık düşünceler



beni blog dünyasıyla tanıştıran arkadaşım, 'amerikalı ev kadınları kullanıyor' demişti. pek iç açıcı olmasa da, 'eh tamam, ben de yapabilirim demek ki' dedirten bir bilgi sonuç olarak. ama esas mesele teknik donanım filan değil. bilen bilir, 'blog yazmak' kolay iştir.

ama 'yazmak' kolay iş değildir elbette. zaman ister, emek ister, düşünce ister. deniz'in en ince uçlu fırçalarından ister. duygu, bilgi, ilgi, tutku... ne varsa ister işte. birileri, nereye yazarlarsa yazsınlar, ister hediye bir kitabın ilk sayfasına, ister boşlukta diğer milyonlarcasıyla birlikte dolaşan sanal ekrana, bunu önce kendileri anlamlandırmanın peşindedir. hergün yazı beklendiği vehmine kapılıp, 'bugün vaktim yok, yazamıycam' demek için oturmazlar masaya. kafalarında zaman isteyen hikâyeler uçuşur, hiçbirine kıyamazlar. arada gelip ne var ne yok diye bakar, günlük hayatın dayattıklarına geri dönerler.

-------------------------------------------------------------------

dünyanın, ilgisi belli yerlerde yoğunlaşan ve onda ısrar edenlerin dünyası olduğu malûm. bir yanım, herşeyin ancak böyle gerçekleşebildiğini söylerken, diğer yanım profesyonellik denen ucubeyi hatırlayıp arkasını dönüyor. bir rüzgâr gibi özgürce konular ve şeyler arasında dolaşan rönesans insanlarını düşününce içimdeki rüzgârlar özgürleşiyor. hayattaki hızı yoketmeye uğraşırken, bu rüzgârın hızına ve enerjisine bırakıyorum kendimi.

-------------------------------------------------------------------

iyimser bir sonuç'a

ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır

yaz günü kim ister ki öldüğünü
eksik bıraktığım her şeyim kalır

yaşamam bir beyazlık gibi sanki
eksik bıraktığım her şeyim kalır

genişlerim dağılırım beyazım
ben bir gün giderim ki neyim kalır

ben bir gün giderim ki ey diri at
elbette benim de bir şeyim kalır


turgut uyar (divan/1970)

2.8.05

gattaca'ya doğru hızlı adımlarla...

" gattaca / andrew niccol
dna sarmalı g, a, t, t, a, c, a

televizyonda 'yeni hayat' programları.
'mükemmel, inanılmaz, kendine çok güvenli' nidaları!

umutsuz ev kadınları, koyun gözleri, takma gülümsemeleri ve bir anlık zafer duygularıyla merdivenden aşağıya bakıyor.
eski hayatta kalanlar kendi kırışıklıklarını düşünüyorlar, umudun ve kendine güvenin yukarda olduğunu sanarak.
giderek daha fazla insan, daha çok genç beden bu gergin ten/pörsük zafer duygusunun peşinde yukarı tırmanıyor.

ötekiler, şehirde dolaşmalarının yasaklanacağı günleri bekliyorlar.
yukarı doğru tırmanırken hızla tepeden aşağı yuvarlanıyor hayatlar.

gattaca / andrew niccol
marin county civic center / frank lloyd wright

29.7.05

hepimiz karayız!

aslında 'kendinden başka sığınacak yeri olmayan bir mülteci' gibi hissediyorum bu dünyada. ırksız, milliyetsiz, dinsiz, mülksüz, ideolojisiz ve topraksız.
ama giderek yükselmekte olan ırkçı ve üstelik ırkçılığı pek az insan tarafından vurgulanan, haklılığından hiç kuşku duymayan saldırgan üslup batıdan gelip dalga dalga buraları da esir alınca daha yüksek sesle bağırmak geliyor içimden 'ben de spartaküsüm'den esinlenerek: 'ben de kısa, kalın ve kıllıyım, et yiyorum, çocuğumu ayağımda sallayıp tesettürlü elbiselerimle denize giriyorum, müslümanım ve kapkarayım.

BEN DE KARAYIM!
BEN DE KARAYIM!
BEN DE KARAYIM!
.....
.....
HEPİMİZ KARAYIZ!

not: beklenen yerlerden sesler geldi neyse ki..

26.7.05

"sırların cebri"



alıntı yapmanın, altını çizmenin hiçbir sakıncası yok.
hatta insan 'evet' dedikleriyle, seçtikleriyle, kilometreler öteden kelimeler ve görüntüler aracılığıyla kardeş olduklarıyla da tam olur biraz. ama vahşi 'kes-yapıştır'ları hatırlayınca geri duruyor insan.
"blog'unuza koyabileceğiniz en güzel şiirler bu sitede!"

ama ben bu şiiri burada görmek istiyorum. bugüne kadar dayandıysam, sebebi bu şiir tüccarlarıdır... şöyle (gereksiz) bir müdahalem olabilir benim de: öfkesi ve alaycılığı eksik olmayan bir tonda okuyun lütfen.

----------------------------------------------------------------

Lisbon Revisited (1923)

Hayır: Hiçbir şey istemiyorum.
Hiçbir şey istemiyorum dedim.

Sonuçlarınızla gelmeyin bana!
Tek sonuç ölmektir.

Estetik getirmeyin bana!
Ahlâktan söz edilmesin!

Uzak tutun benden ne varsa metafizik adına!
Eksiksiz sistemlerin çığırtkanlığını yapmayın bana, fetih defilesi yapmayın önümde

Bilimler (bilimler, Tanrım! bilimler)-
Bilimler, sanatlar, modern uygarlık!

Ne kötülük yaptım ben Tanrılara?
Hakikat onlardaysa, kendilerine saklasınlar!

Teknisyenim ben, ama tekniğin içindedir benim tekniğim.
Deliyim ben bunun dışında, mutlak bir deli olma hakkıyla.
Mutlak bir deli olma hakkıyla, işitiyor musunuz beni?

Bunaltmayın beni, Tanrı aşkına!

Evli, işe yaramaz, sıradan ve nazik olmamı mı istiyorsunuz benim?
Bunun tersi olmamı mı istiyorsunuz, herhangi bir şeyin tersi?
Başka biri olsaydım eğer, kapris yapardım hepinize.
Ama böyle, kendim gibi, sabırlı olun!
Bensiz gidin cehenneme,
Ya da bırakın beni tek başıma gideyim cehenneme!
Niçin beraber gidecekmişiz?

Koluma girmeyin!
Koluma girilmesini sevmem. yalnız olmak isterim.
Söyledim size yalnızım ben!
Ah, ne sıkıcı size eşlik etmemi istemeniz!

Ey mavi gökyüzü -çocukluğumunki gibi-
Boş ve kusursuz ezeli hakikat!
Ey ata yadigârı, sessiz, uysal Tejo,
Gökyüzünün yansıdığı küçük hakikat!
Ey yeniden kavuştuğum acı, dünün ve bugünün Lizbon'u!
Bana bir şey vermiyorsun, benden bir şey almıyorsun, hissettiğim hiçliksin sen.

Rahat bırakın beni! Gecikmem, ben ki asla gecikmem...
Ve geciktikçe Dipsiz Derinlik ve Sessizlik yalnız kalmak isterim ben!

Fernando Pessoa

Sırların Cebri
(Nisan Yayınları - Kasım 1995 - Türkçesi: Işık Ergüden)

23.7.05

bitmeyen masallar anlatabilmek



bu haftayı yeğenimle birlikte geçirdim. yedibuçuk yaşındaki bu küçük adam, büyükleri tarafından henüz pek fazla canına okunamamış diğer bir çok yaşıtı gibi, birlikte şahane vakit geçirilen iyi bir arkadaş. dürüst ve adaletli olduğun sürece problem çıkmayan ve günbegün geliştirilen, hafızası olan bir ilişkinin içinde hem ciddi, hem eğlenceli olabiliyor, insanın ruhunu aydınlatıp dünyayla bağını sağlamlaştırıyor. "işte tam da böyle olmalı" dedirten bir uyumla, eşitlik içinde bildiklerimizi, bilmediklerimizi ve merak ettiklerimizi paylaşıyoruz. ben, çocuklara has o tazeliği seyrediyorum hayranlıkla; o, daha fazla şey bildiğini ve yapabildiğini sandığı beni... bilgece saptamaları ve komik taklitleri ile büyüklerin foyalarını ortaya çıkartıyor; kırmadan ama kibar olmaya da çalışmayarak. hiç bir yalanı kaçırmıyor, haksızlığa hiç boyun eğmiyor. onunla yalnızca bir otorite figürü olarak ve büyük olduğunu ille de vurgulayarak ilişki kurmak isteyenleri sessizce reddediyor, onları pek de sevmeyerek kendince cezalandırıyor.

deyim yerindeyse malzemenin bu en bozulmamış halini görmenin keyfi, gün gelip yetişkin dünyasına dahil olacağını bilmenin sıkıntısı ile yan yana. biliyoruz ki yavaş yavaş uzlaşmaya başlayacak, yalanı görmezden gelecek, yalanı bizzat yaşayacak. öfkesini ve ironisini kontrol altına alacak, istese de, istemese de... yalnız kalmamak için kendinden uzaklaşacak, gittiği yerde daha yalnız olunduğunu görecek, kimbilir, belki yine kendine dönüp çoğalacak.

o bütün bunlardan bihaber, büyümek istiyor elbette. daha doğrusu öyle söylüyor diğer bütün çocuklar gibi. ama gece uyumadan önce, o neredeyse en bebek halinin çıkageldiği anlarda söyledikleri eleveriyor asıl isteneni: "masalı o kadar yavaş anlat, o kadar yavaş anlat ki, hiç bitmesin."

ne yazık ki: "beş yaş, insanın en olgun çağıdır, sonra çürüme başlar."

18.7.05

kendini kendiyle besleyenler



bir kez gördükten sonra, batıya gitme fikri hiç heyecan verici değil. aynılaşmış uygarlık görüntüleri, yeni bir yer, yeni bir insan tanıma duygusunu hiç mi hiç kışkırtmıyor. doğuya doğru yola çıkarken bunun farkında olsam da, yaşayacağım bu heyecanlı yenilik duygusunu pek de kestirememiştim doğrusu.

doğu, bir zamanlar sahip olduğumuz, hepimizin kırık dökük anılarında yer bulan ve bir daha yakalayamadığımız o derin huzur duygusuyla anlatılabilir ancak. bir pazar günü sessiz bir sokak gibi. yakalayamıyoruz, çünkü yüzümüz başka taraflara dönük. gözünü şehvetle batıya dikenlerin yalnızca bir renk ve bir dokudan ibaret gördükleri, o aslında hayatın ta kendisi olan yerlere ilişkin, kendi deneyiminden süzülmüş birkaç ipucu verilebilir belki.

isterseniz bu insanların nasıl bu kadar asil, bu kadar huzurlu ve kendileriyle barışık olduğunu oturdukları yerden umutsuzca anlamaya çalışanlara kulak verin; hem doğu öğretilerinden hırsızlama yürüttüklerinizle kendinizce medeniyetin sonuçlarıyla başa çıkmaya çalışıp, hem de o diyarlara ilişkin söze yoksulluktan başlayarak yuvarlanıp gidin. isterseniz de bütün önyargılarınızı, estetik ve medeniyet ölçülerinizi evde bırakıp doğuya doğru bir yolculuğa çıkın.

böylece, hiç anlamadığınız dillerdeki şarkılarla saatlerce yol alabilir;
gece yarısı yol kenarında bir kadınla birbirinin dilini anlamadan çoluk çocuk muhabbeti yapabilir;
adını bilmediğiniz tanrılardan birine adadıkları bayramlarında köy meydanlarında gece yarısı sarmaş dolaş birlikte dans edebilir;
coşkulu bir delikanlıdan, bölgesinin bağımsızlığı için verdiği savaşı dinleyebilir;
bir kahvede karşıdan karşıya atışmaları izlerken kendinizi birden lafın ortasında bulup keyiflenirken nargilenizden bir nefes daha çekebilir;
tapınağın hayratında yemeğe davet eden güzeller güzeli bir kız çocuğuyla sessiz sedasız bir yemek törenini paylaşabilirsiniz.

hem bitmesini istemediğiniz, hem de başka yerlerde sizi bekleyenleri hiç tanımadan özleyerek zamanı gelince uzaklaşacağınız bu anları istediğiniz kadar çoğaltın. yollardasınız, eliniz radyonuzun istasyon düğmesinde. bir şarkıyı sonuna dek dinlemek isterken parmağınızın ucunda bekleyenlerin çağrısı peşinizi bırakmaz. giderseniz mismina’ya, seema’ya, davar’a, çandra’ya rastlayacaksınız.

sözün burasında, iran, pakistan, hindistan ve nepal üzerine dost meclislerinde lafa laf katabilecek biraz bilgi kırıntısı eklemek mümkün. bugüne kadar söylenmişlere kendince birkaç cılız ilâve. ama ben cızırtılı radyosunda kendi frekans ayarını yapar gibi gezebilmenin ve dünyayı böyle tanıyıp algılayabilmenin peşindeki insanlara kendimce bir selam yollamak istiyorum yalnızca. tanıdıklarıma ve şu anda yollarda olup günün birinde tanımayı umduğum diğerlerine.

------------------------------------------------------------------
not: o yıllarda yapılan gezinin hatırası olan bu yazı, radyo'nun çubuğu ile aynı günlerden kalma. insan yeni gezilere çıkmadıkça, eskilerin anılarıyla avunmak zorunda kalıyor belli ki.

16.7.05

radyo'nun çubuğu



yatak odamdaki küçük radyoda istasyonlar arasında geziniyorum uykuya geçmeden önce. parmaklarımın becerebildiği en küçük hareketlerle sesten sese, ordan oraya. tanita tikaram’dan neşet ertaş’a, kaşık havasından queen’e uzanan bir gezinti bu. 'çocukluğumun soğuk geceleri'ndeki en gizemli, en heyecanlı anların soluk bir tekrarı.

o zamanlar radyom yatağın içinde olurdu. annemler duymasın, uyumadığımı farketmesinler diye yorganı kafama kadar çekerdim. her an yakalanma korkusuyla çarpan kalbimin sesini de diğer seslere karışmış bir şekilde hatırlıyorum. radyo aslında yatağa filan alınmayacak kadar kocamandı. ona sıkıca sarılırdım, bu yüzden de yüzümde, kulağımda, kalbimde çınlardı sesler. elim sürekli istasyon düğmesinde olurdu ve yatakla birlikte havalanıp yeni bir yerlere, hep başka bir yere konabilmenin hazzıyla çevirip dururdum.

güneyde bir yerlerdeydik ve en çok arap radyoları takılıyordu parmaklarıma. arabesk lafı henüz semalarımızda yankılanmamıştı ve geceler boyu en güzelinden, en bitmezinden arap yalellilerini dinliyordum. hem daha neler neler.. rus aksanıyla türkçe haberler, balkanlardan sesler ve bazen de italyanlar ve san remo yarışması. ama yine de en çok aklımda kalanlar arap dünyasının sesleri..

fondaki müzik eşliğinde o güzelim gırtlak nağmeleriyle belki şiir okuyan, belki de masal anlatan kadınları hatırlıyorum. ben sesler arasında dolaşıp döner, onları yine orada buluverirdim. kimi zaman uykuya yenilip, kimi zaman anneme yakalanıp mecburen ayrılırdım ama onlar sanki hep o radyo çubuğunun değdiği yerde dururlardı. ben de akşam olunca uzun yolculuklara çıkardım onlarla buluşmak üzere.

dillerinden hiç bir şey anlamıyordum, ümmü gülsüm’ün dünyanın en iyi seslerinden biri olduğunu bilmiyordum, arap edebiyatından filan da haberim yoktu. ama ulaşabildiğim en yakın ve en uzak yabancılar onlardı. aslında kalbimin çarpıntısını yaratan da, uzakmış gibi görünen o seslerin, o dillerin, o müziklerin ve o insanların bu kadar yakınımda olmalarıydı.

dünyanın ulaşabildiğim kısmı bunlarla sınırlı kaldı o günlerde. ama yabancı seslerin, anlamadığım dillerin verdiği o muhteşem özgürlük duygusu, dünyanın genişliğini kavramanın hazzı da o zamandan miras.

------------------------------------------------------------------
not: yıllar önce yazılmış bu yazı internetin dehlizlerinden birinde bir süredir duruyor. ama ben burada da görmek istedim.

not: geçenlerde annemlerde bir dolapta bu radyoya rastladım. çubuğu beni bir yere götürmez diye korktum sanırım ve elime bile almadım.

11.7.05

onbir nedir?



ilk kim hatırlatmıştı bize bir başka 11 eylül'ün varlığını? kimdi bilemem ama, kulelerin dumanı hâlâ tütüyordu. şili'yi ve allende'yi hatırladık, sonra kuleleri izlemeye devam ettik. onlar artık orada olmasalar da, daha fazla anlam yüklenmiş olarak varlıklarını sürdürüyorlar. 11 deyince yine herkesin aklına düşen görüntü o. dünyayı, terörün cisimleşmiş halinin bu olduğuna inandırdılar.

hiç kanmayan ve ısrarla başka şeyleri hatırlatanlar var elbette. birileri, o güne adanmış bir filmde kulelere odaklanmayı sessizce reddedip kendi gündemlerini taşıdılar perdeye. onlardan biri olan bosnalı yönetmen danis tanovic, 11 temmuz 1995 serebrenica katliamının yıldönümü törenini gösterirken, üzerine fazladan bir söz söylemeye gerek duymamıştı. çok ve yüksek sesle konuşanların gündemi belirlediklerini bile bile, bağırmadan atılan bir çığlık. 'ah yugoslavya! güzel insanların ülkesi.'

kulelerin yıkılışını an an birbirine anlatanlar, 11 temmuz günü nerede olduklarını hatırlamıyorlar. "bütün avrupa o gün plajlardaydı."
bırakın 10 yıl öncesini, bırakın yugoslavya'yı, ortadoğu'yu, istanbul'da evimizin sağında ve solunda patlayan bombaları bile hatırlamıyoruz terör deyince. kendi ölümüzü bırakıp, komşumuzun acısını unutup onları seyretmemiz isteniyor. göstermelik konserlerini yardım sanıp duygulanmamız, boş barış lafları gevelememiz bekleniyor.

dünyaya ve insanlığa olan inancının son kırıntılarını balkan komşularının pazar yerlerinde kaybedenler, direnişçilerin sözlerinin altına imzalarını atabiliyorlar ancak:

'direniş olmadan adalet, adalet olmadan barış olmaz.!'

9.7.05

herkesin bir rosebud'ı var

"hayatımın geçmiş yıllarına uzanıp bir şeyler hatırlamaya çalıştığımda hiç bir şeyin gerçek anlamda berrak olmadığını görüyorum. sanırım belleğimdeki ilk anı, ne kadar küçük olduğumu bile hatırlamayacak kadar küçük olduğum zamanlara dayanıyor. (...)
otuzikinci sokağın sonundaki çıkmazda, güneşin altında bir basamağa oturup bekledim. herhalde ilkbahar mevsimiydi, çünkü evin önündeki büyük ağaç, yusufçuk böceğine benzeyen iki kanatlı tohumlarını döküyordu. tohumlar rüzgârsız günlerde havada döne döne alçalarak yavaşça yere konarlardı. ağzım açık kalana kadar başımı arkaya atıp onların havada süzülmelerini izler, umutla elimi uzatırdım; ancak elime hiç konmazlardı. biri yere inince yeniden gözümü yukarılara diker, güneş başımdaki sarı saçları ısıtırken bir sonraki sihirli olayın gerçekleşmesini beklerdim. böyle, bir sonraki sihirli olayı bekleyişim, son altmışbeş yılda hatırlayabildiğim en güzel andır benim için."



"bu hikayede son yok. sonunu bilseydim seve seve anlatırdım. hayatımın sonu da, otuzikinci sokağın sonundaki karaağacın altına oturup, o büyülü tohumları yakalamak umuduyla ellerimi uzattığım zamanların öncesi gibi bir bilmece benim için. (...)
ancak yine de diyebilirim ki, son nefesimi verirken kendimi tekrar otuzikinci sokakta bulacağımdan eminim. kendimi, güney denizlerindeki adamda, geceleyin efil efil rüzgârda, başımı geriye yaslamış ve ağzım açık bir şekilde, kırpışan noktacıklı ışıkların altında ne zaman geleceği belli olmayan o sessiz ışık yolunun göğü yırtıp beni tekrar şaşırtacağı anı beklerken hayal ettikçe zihnim yatışır ve durulur. artık küçükken yaptığım gibi elimi uzatmıyorum, ama büyülü anları eskisi kadar hiç bıkmadan, usanmadan bekliyorum."

brando – annemin öğrettiği şarkılar
robert lindsey ile / remzi kitabevi