27.8.05

ilkbahar, yaz, sonbahar, kış



istanbul'a yılın ilk karı yağıyor. ilk ve belki de son. topu topu bir kez beyazlara bürünüyor şehir, o da yarım yamalak, belki bir iki gün. pencereden karlı istanbul'a bakarak 'yersiz yurtsuz'u okuyorum. karın sessizliği ve zamandışılığı kitabın temalarıyla birleşip geçmişin hayaletlerini çağırıyor. kuvvetle.

m.'de bütün kış kar yağardı. öyle böyle değil, bayağı yağardı. sarıp sarmalar, sessizliğini ses kılar, kış mevsimini iliklerine kadar hissettirirdi insana. doğduğumdan beri dolaşmakta olduğumuz akdeniz kıyılarından gelmişiz oralara, kar benim için resimsel bir büyü neredeyse. ilk gördüğümde 'dolu yağıyor' diyip herkesi neşelendiriyorum. şaşkınlığım, insanın ancak çocukken yaşayabileceği bu yenilik duygusu, büyüklere de coşkuyu bulaştırıyor. hep beraber, ilk kez görüyormuş gibi yılın ilk karını seyrediyoruz.

karın buza döndüğü gün okula gitmek üzere kapıdan çıkıyor ve iki adım sonra kayıp düşüyorum. kalkıp iki adım daha atıyor, yine düşüyor ve çaresizlik içinde, besbelli ağlayarak eve dönüyorum. karlı bir memlekette büyümüş olan annemin biraz da eğlenerek yüreklendirmesiyle o gün okula gittim mi, ya da nasıl gittim, hatırlamıyorum. ama kısa zamanda, oralarda büyümüş çocuklar gibi seke seke olmasa da kaymadan, düşmeden yürümeyi öğreniyorum. sonra da karın tadını çıkartmayı.

karlı bir sabahtan ve bir sürü başka sabahtan aklımda kalan görüntülerde hiç araba yok, kaldı ki araba geçecek yer de yok. sabah birileri yürümek üzere geçitler açmış yolda. cadde boyunca yığılmış karların arasında uzayıp giden tünellerden birinde yürüyerek okula gidiyorum. sessizliğin dışında tek hatırladığım, yandaki tünelden gidenlerin şapkaları.

o karlı günlerden birinde, dersin boş geçmesini fırsat bilip okulun arka bahçesinde kızlı erkekli kartopu oynarken kovalanıyoruz. sadece arka bahçede kartopu oynadığımız için müdürün karşısına dikiyorlar bizi. ailemize söyleme tehditleriyle anlamsız ve uzun bir sorgu. ama dik başlı çocuklarız işte. titreyerek de olsa itiraz ediyoruz. 'biz bir şey yapmadık ki!'

yıllar sonra aylar süren bir geziye çıkıyorum. çocukluğumun geçtiği şehirlerde, oturduğum evlerde, okuduğum okullarda sessizce dolaşıyorum. komşularımızı buluyor, tepesinden inmediğim ağaçların altında oturuyorum. bütün eski sevgilileri ziyaret ediyorum kendimce.

m.'deyim. bahar gelmiş, yeşil erik çıkmış. bir kesekağıdı çekirdek alıp parklardan birine oturuyorum..

---------------------------------------------------------------
not: her yıl ağustos'un ortalarında rüzgâr hafiften ürpertmeye başlayınca, bir yandan yazın bitmesine üzülürken diğer yandan 'demek ki herşey yolunda' diye düşünürüm. kadim bilgi doğru söyler: 'ağustos'un yarısı yaz, yarısı kış'. ama her yıl bahar gelirken 'ya bu yıl çiçekler açmazsa' diye endişelenen arkadaşım gibi ben de bu sıcaklar sürdükçe, feleğini şaşırmış güzelim iklimleri düşünüp sinirleniyorum. geçen kışın karlı yazısı bu yüzden burada.

19.8.05

yali'nin sorusu



"neden siz beyazların bu kadar çok kargosu var, bunları yeni gine'ye neden getirdiniz ve biz siyahların kendi kargosu neden bu kadar az?"

gelirken yalnız yönetim şekillerini değil, yüzlerce malı da beraberlerinde adaya taşıyan beyazlara bu soruyu sorabilen yerlilerin olması şaşırtıcı değil. aslında şaşırtıcı olan, sıradan, normal ve çok sahici olan bu soruya rağmen dünyanın ve hayatlarımızın nasıl olup da bu kadar fazla 'şey'le tıkabasa dolu olduğudur.

ısrarla ve her fırsatta sorulan, neden şunu kullanmadığımı, neden bilmemneye sahip olmadığımı merak eden sorulara tek bir cevabım var: sebep? (- vizontele dünyayı evimize getirecek hanım. - sebep?) önce ihtiyaç yaratıp sonra pazarlayan bu dünyayı ancak kullanmayarak, sahip olmayarak, tüketmeyerek yoksayabiliriz. ikiyüzlü hayatlarda önce öğrenilmiş cümleler kuruluyor, ardından zamanı, modernizmi, şunu bunu bahane ederek yetişme çabası. nereye ve ne için olduğu bilinmeyen bir koşu..

beyoğlu'nun ortasından yavaşlatılmış çekimde geçiyorum, kafamda yali'nin sorusu. çevremdeki hızlandırılmış koşuya hergün yenileri katılırken benim sorum bu kalabalığın ortasında olmayı da kapsıyor bazen: sebep?

8.8.05

sonsuz zamanın peşinde dağınık düşünceler



beni blog dünyasıyla tanıştıran arkadaşım, 'amerikalı ev kadınları kullanıyor' demişti. pek iç açıcı olmasa da, 'eh tamam, ben de yapabilirim demek ki' dedirten bir bilgi sonuç olarak. ama esas mesele teknik donanım filan değil. bilen bilir, 'blog yazmak' kolay iştir.

ama 'yazmak' kolay iş değildir elbette. zaman ister, emek ister, düşünce ister. deniz'in en ince uçlu fırçalarından ister. duygu, bilgi, ilgi, tutku... ne varsa ister işte. birileri, nereye yazarlarsa yazsınlar, ister hediye bir kitabın ilk sayfasına, ister boşlukta diğer milyonlarcasıyla birlikte dolaşan sanal ekrana, bunu önce kendileri anlamlandırmanın peşindedir. hergün yazı beklendiği vehmine kapılıp, 'bugün vaktim yok, yazamıycam' demek için oturmazlar masaya. kafalarında zaman isteyen hikâyeler uçuşur, hiçbirine kıyamazlar. arada gelip ne var ne yok diye bakar, günlük hayatın dayattıklarına geri dönerler.

-------------------------------------------------------------------

dünyanın, ilgisi belli yerlerde yoğunlaşan ve onda ısrar edenlerin dünyası olduğu malûm. bir yanım, herşeyin ancak böyle gerçekleşebildiğini söylerken, diğer yanım profesyonellik denen ucubeyi hatırlayıp arkasını dönüyor. bir rüzgâr gibi özgürce konular ve şeyler arasında dolaşan rönesans insanlarını düşününce içimdeki rüzgârlar özgürleşiyor. hayattaki hızı yoketmeye uğraşırken, bu rüzgârın hızına ve enerjisine bırakıyorum kendimi.

-------------------------------------------------------------------

iyimser bir sonuç'a

ben bir gün giderim ki neyim kalır
eksik bıraktığım her şeyim kalır

yaz günü kim ister ki öldüğünü
eksik bıraktığım her şeyim kalır

yaşamam bir beyazlık gibi sanki
eksik bıraktığım her şeyim kalır

genişlerim dağılırım beyazım
ben bir gün giderim ki neyim kalır

ben bir gün giderim ki ey diri at
elbette benim de bir şeyim kalır


turgut uyar (divan/1970)

2.8.05

gattaca'ya doğru hızlı adımlarla...

" gattaca / andrew niccol
dna sarmalı g, a, t, t, a, c, a

televizyonda 'yeni hayat' programları.
'mükemmel, inanılmaz, kendine çok güvenli' nidaları!

umutsuz ev kadınları, koyun gözleri, takma gülümsemeleri ve bir anlık zafer duygularıyla merdivenden aşağıya bakıyor.
eski hayatta kalanlar kendi kırışıklıklarını düşünüyorlar, umudun ve kendine güvenin yukarda olduğunu sanarak.
giderek daha fazla insan, daha çok genç beden bu gergin ten/pörsük zafer duygusunun peşinde yukarı tırmanıyor.

ötekiler, şehirde dolaşmalarının yasaklanacağı günleri bekliyorlar.
yukarı doğru tırmanırken hızla tepeden aşağı yuvarlanıyor hayatlar.

gattaca / andrew niccol
marin county civic center / frank lloyd wright