23.5.06

araf



artık birşeyler yapmak lâzım

aşk sevgi korku nefret/değişen durumlardan ibaret / katı bir yürek, bir de bir bebek / iyi bir araba, para / gelsin yan yana / kebabı adana, rakı tekirdağ / tatil uludağ ya da bodrumda / duble ya da tek ya da diskotek / 'you and me sex' / no baby, no baby / seni severim sevmem sana ne / güç bende erkek olmandan bana ne! / istanbul'dan gitmek lazım / tayland (şangay, urfa, artvin) görmek lazım / özümüze dönmek için / artık bir şeyler yapmak lazım / istanbul'dan gitmek lazım / mardin (nemrut, harput, bayburt) görmek lazım / özümüze dönmek için / artık bir şeyler yapmak lazım / bana bir şey oldu yoruldum / bir şey oldu hiçbir şeyi sevmez oldum / bir şey oluyor heyecanlanıyorum / nedendir vazgeçiyorum / hissiz mi oldum, başka bir olgunluk mu buldum? / artık soru sormuyorum olduğu gibi mutluyum / gülmek ya da ağlamak istiyorum / herhangi bir şey hissetmek istiyorum / ev sahibi miyim yoksa kiracı mıyım? / kenya, zimbabwe, mozambik, yeni delhi, kaykay, bungee / her şeyi deneyin.. peki! / hakkari, diyarbakır, antalya karşıyaka, ürgüp, manisa... / kolombiya kahvesi içmek lazım / saçını bir kere mora boyatmak lazım / her dilde seni seviyorum demek lazım / e-mail'den vazgeçip mektup yazmak lazım / her denilene inanmamak lazım / yine de inancımızı kaybetmemek lazım / evet demeyi sevin hayır demeyi öğrenin / evet demeyi sevin hayır demeyi öğrenin / istanbul'a dönmek lâzım / rakı balık lâzım / özlediğini bilmek için / bazen uzaklaşmak da lâzım...


pamela spence

21.5.06

orklar geliyor



avrupa olduğu tartışmalı kenar ülkenin çocukları olarak herbirimizin kişisel tarihinde yeri olan, bu en çok konuşulan meselelerden birinin, örovizyon'un, sadece bir müzik yarışması olmadığını biliyoruz evet. ama yine de bıkmadan usanmadan 'komşu komşuya veriyor mu vermiyor mu!' tahlilleriyle ömrümüzü tükettik. memleketin en mühim meselelerinden birkaçının son durumunu (ermeniler, kıbrıs, pop/halk müziği, avrupa'daki türkler) uyduruktan bir müzik yarışmasının finalinde görmek eğlenceli mi, trajik mi artık siz karar verin. tarih okumaya, yüksek avrupa birliği tahlillerine gerek yok, yılda bir gece birkaç saatini ayırarak gidişatı izlemek mümkün.
***
paslı çivileri bir kavanoza koyup bekletirlermiş, birbirlerinin pasını alsınlar diye. internetteki bazı forum ortamlarını, en çok da ekşi sözlüğü okurken bunu hatırlıyorum. birbirlerine 'ayar' verip duruyorlar, farklı düşünüyorlar. ama toplamına baktığımda paslarından hep beraber arınmakta olan çivilerle dolu bir kavanoz görüyorum. içim açılıyor, dün gece olduğu gibi kahkahalarla gülüyorum çoğu zaman. bu yazının başlığından tırnak içlerine hepsi onlardan ilhamdır, açıkça da söylüyorum..

sunucusunun üniversite gençliğini temsil ettiğini sandığı ve eve gidip memleket meseleleriyle ilgili düşünmelerini öğütlediği makina seyircisi, yarışma birincisi lordi'ye 'iğrenç' derken, sözlükçüler meselenin aslında ne olduğunu çoktan anlamış, daha önce ilgilenmedikleri yarışmaya -iki anlamda da- mesaj göndererek, kıtadaki diğer arkadaşları ile birlikte kelimenin tam anlamıyla dalgalarını geçmişlerdi bile. arada, ali rıza binboğa'nın da hakkını teslim etmeyi unutmayarak..

gençlerin sevdiği bir müzik olduğunu, tercih ettikleri bir şov olduğunu filan sananlar çıkacaktır 'hard rock allahıma çok şükür''ün. ki ben de methini duyduğum grubun vasat şarkısı karşısında hayal kırıklığına uğradım önce. ama, teşbihte hata olmaz, truva atı misali bu sahte/steril ortama girip açık ara birinci olmaları ancak böyle mümkündü galiba. şov öyle yapılmaz, böyle yapılır!

'lordi kazandıktan sonra olası gazete manşetleri', 'örovizyon çöktü, popçular büyük panikte' gibi başlıklarla söylenecek herşeyin önünü baştan kesen sözlükçüleri okuyun, pazarınız şenlensin.

haa, 'canım hepsi makyaj, maske, korkacak bir şey yok' mu diyosunuz. hiç emin olmayın! 'onlar öyle zaten. yok makyaj filan, anlamadınız mı hâlâ..'

19.5.06

üni-forma

küçük zikzaklarla yükseliyor gibi görünen, oysa büyük eğride aşağı doğru inen bir grafiğin içinde görüyorum hayatı çoğu zaman. hayatı, dünyayı, ülkeyi... milim milim birbirine yaklaşıyormuş gibi oluyor bazen uçlar. anlamanın daha kolay, daha eğlenceli olduğu anlaşılacak sanıyoruz. başka formların varlığını kabul etmek bu kadar zor mu? sonra biri bir taş atıyor, ardından toz dumana karışmak an meselesi. işin aslına yönelik olmayan detaylarla konuşuluyor, herşey sembollerden ibaret bir kez daha.
***
sorunları bir türlü çözülemeyen problemli bir apartmanda oturan arkadaşım, 'bir emekli albay taşınsa herşey hallolur' diyor. o şaka yapıyor, ben ürperiyorum.
***
bütün 'sivil'lerin yuhalandığı yerde hep üniformalı, her daim keskin uç, toplu olarak bağırlara basılıyor. bir kadın, neredeyse linç edilecekken sembolünü çıkarınca isterik kucaklamalar. şov yapmak herkesin aslî işi. bütün sertlikler birden devreye giriyor gürültüyle. sözün bittiği yerde, küçük zikzaklarda edilmiş sözler de çaresiz. hukukçuların dik yakaları nedense bana adaleti hatırlatmıyor.
***
'toplumsal mutabakat' denen şey, hepi topu üç-beş başlığın altında toplanmış. askere gitmek istemeyene işkence yapmakta mutabık kalınıyor mesela en çok. olmadı 'bunları zaten askere almazlar ki!' aşağılamaları. apoletlerin dokunulmazlığı hepimize dokunuyor.
***
belgrad'da oturan bir arkadaşım, sırp arkadaşlarının anlattıklarını dinliyor: 'herkes herkesi vurdu, cani olan biz olduk.'
***
'bir gemide toplumsal ve bireysel felaketlerle dolu günler yaşıyoruz'.

9.5.06

sıraya dizdin bizi zaman



tam da yeni dönmüşüm , ısınmaya çalışıyorum, kafamda sakince sıraya koyuyorum herşeyi derken...
***
6 mayıs'ta 'bugün günlerden deniz, yusuf, hüseyin' diye bir yazıya başlıyorum, küçük bir kızken gazeteyi alıp eve ağlayarak dönüşümü filan hatırlayıp. nasıl hiçbir anlam veremediğimi, bu yüzden de çok korktuğumu, çok öfkelendiğimi... yanlış bir tuşa basıyorum, yazı uçuyor. ilk defa başıma geliyor, vardır bir hikmeti diye vazgeçip kalkıyorum masadan.



gidip televizyonu açıyorum, alttan atıf yılmaz' ın ölüm haberi geçiyor. aylar önce duyduğum hastalık haberi, bir ay önce yolda, biraz çökkün yürürken görüşüm.. 'siz devam edin, ben biraz dinlenicem.' mi dedi acep?

'sevgi neydi, sevgi emekti' sahnesinde nasıl olup da her seferinde ağlamayı başarıyorum acaba diye düşüncelere dalıp iyice dağılıyorum. kaybolan yazıdaki duygu ve o günün hatırası çok uzak görünüyor gözüme birden. 'ah güzel istanbul'u seyretmek istiyorum nedense. iki gün önce 'demokrasinizi sevsinler' diye birşeyler yazmayı düşündüğüm geliyor aklıma. iki kıçıkırık vapur şeysi çiziktirip sahnelenen acıklı farsı düşününce içim sıkışıyor. 'daha önce söylemişim ya söyleyeceğimi, daha ne diyim!'. filmde vapurlar da geçer arkadan, iyi olur. uyukluyorum.



sonra, bir kez daha 'gülünün solduğu akşam' oluyor. uzaklaştım sandığım anlar yeniden yanıbaşımda. yorgunum.
***
ertesi gün, 7 mayıs, bir arkadaşımın doğum günü. bu sayfaları okur, sever, lâkin çok da doğru bir saptamayla biraz 'ağır' bulur. 'tamam aşk da yazıcam söz!' demişim, ama ufukta görünmüyor. hazır hıdrellez, buradan ona kırlar dolusu çiçek göndereyim bari diyorum. neşelenelim.



akşam doğum günü için toplaşıyoruz cümbür cemaat. yavaşça esrikleşen kafalar, birbirimizi sevdiğimizi içtikçe daha rahat söyleyişimiz, dokunuşumuz.. gece boyu her gittiğimiz yerde duman'ın parçasını çaldırıyoruz avaz avaz. gece, sarılıp zıplayarak söylediğimiz bu şarkıyla bitiyor. aman aman...

nereye gider başını alıp sorarsın
kimbilir durmadan nasıl susarsın
bilmeden boşuna atıp tutarsın
su gibi akıp geçer zaman

hep kaçıp yeni bir adım atarken
dibine kadar çileye batıp çıkarken
içine atıp atıp yoluna basıp giderken
su gibi akıp geçer zaman

gezdin tozdun aman aman
sazdın sözdün aman aman
giderek üzdün bizi zaman

yazdın çizdin aman aman
incecik izdin aman aman
sıraya dizdin bizi zaman

vallahi ben neşeli şeyler yazmak istiyorum aslında!

4.5.06

feleğin çarkı



çocukluk/ergenlik zamanlarımın bir iki idolünden biriydi. özel bir gecede kulisin kapısında tek başıma beklemiştim yakından göreyim diye. ilk ve son kez bir kulis kapısındaydım sanırım. etrafta pek yaşıtım yoktu, olanlar da onunla ilgilenmiyorlardı belli ki. pelerinini savurarak geçmişti önümden. ('çekti gitti arabayla, egzozuna boğuldum') gözlüklerinin camları çok kalındı, gözleri küçücük görünüyordu, bana da bakmamıştı zaten. hayran olunana yaklaşılan her durumda olduğu gibi, yani ne olsa karşılığını bulamayacak bu beklenti ile, 'eee' demiştim, 'bu mu yani'?! sonra sahneye çıktı ve herşey yeniden yerli yerine oturdu. o şarkı söylerken düşünmeye gerek kalmıyordu. şahaneydi.

sonraki yılların gelgitleri belki de bu yüzden, o gelgiti erkenden yaşadığım için pek değmedi bana. el öpmeler, tv programları, konuşmalar, çok fazla konuşmalar.. hiçbirine kulak asmadım, oradaki başka biriymiş gibi geçip gittim yanlarından. şarkılarını dinliyordum, dünya genişliyordu. kimselere benzemeyen bir ses, tiyatral duruşla kişiselleştirilmiş bir tavır. o, muhtar cem karaca.
***
seven sevmeyen herkes o çukurun başında yaşananlardan sıkıntı duydu galiba. sızladığını düşündüğümüz kemikler, toza dumana bulanmış laflar, nedenlerini bildiğimiz, sonucunu tahmin ettiğimiz bir oyun. bütün bu olan bitenin onunla ilgisi olmadığını düşünmek zor. herkes seçimlerinin sonuçlarını taşıyor, öldükten sonra bile. ve hatta belki öldükten sonra daha çok. değişemeyecek, yeni bir söz söyleyemeyecek, seçim yapamayacak durumda olmak, özgürlüğünün sonsuza kadar elinden alınması... zor işler, fazla büyük konuşmaya gelmez.
***
ben de bu yüzden o haberlere 'bakmadım' işte, pek ağzımı da açmadım içimden sayıp döktüğüm halde. kendime bir çay demleyip, kemikli ellerini güneşe uzatarak söylediği şarkıları dinledim. aslolan budur diye.

sürerim buluttan tarlaları
yağmurlar ekerim göğün göğsüne
güneşte demlerim senin çayını
yüreğimden süzer öyle veririm

ben feleğin şu çarkına çomak sokarım
ben feleğin tekerine çomak sokarım
yeter ki ıslak ıslak bakma öyle

-------------------------------------------------------------------------------------
not: üzerinden zaman geçse de, burda olmadığım günlerde kafamda dönen cümlelerin bazılarını paylaşmamda bir sakınca yok değil mi? yani, olaylar geçer, hayat kalır da, o bakımdan..

2.5.06

sevdaa!



(...)
sokaklar ne çocuğumuzdur ne de sevgilimiz. –böyle söyleyince çok basit bir şey, değil mi? ama sevdiğimiz kişileri ve şeyleri –arzu nesnesi denen her şeyi– birleştiren, aralarındaki onca farklara, karşılaştırılamazlıklarına rağmen biraraya getiren şey, bizim her birine ayrı ayrı bağlılığımız, sevme biçimimiz ve hatta tutkumuzdur. bundandır bazen her şeyin birbirine karışıvermesi, bir mekânı bir insandan, bir sokağı sevgiliden, binbir hatıra kırıntısından ayırt edemeyişimiz...

iyi de, korkunç gürültülerle park otel denen heyula fırlayıp yatak odanızın penceresini kapatmaya başlamışsa? sokağınızdan üç adım yukarıda bulunan –yağlı sigara böreklerine ve sıradan tostlarına bile seve seve katlandığınız– cennet bahçesi denen harikulade yer, aniden özel mülk haline gelmişse?

yapılacak şeylerden biri, bunlara karşı direnmektir. park otel’in korkunçluğunun enikonu azaltılması, semt sakinlerinin örgütlü çabasının bir semeresidir aynı zamanda.

bir başka şey de, olan biteni kabullenip gene de sevmeye devam etmek, sevilecek şeyleri aramaktır. güç değil: birlikte yaşlanmak gibi. sevdiğiniz, sadece gördüğünüz değildir ki artık; güneşte, gölgede ve yağmurda binbir halini görmüşsünüzdür, onu sahiplenmişsinizdir. anılar, yaşantılar ve olaylar üst üste biner, hafızanızda her geçen gün şekerlenerek, erişilmezleştiği ölçüde tatlanarak gördüklerinizle birleşir. ve inanın, bu karşılıklıdır. sanki bir sokak söz konusu olduğunda bile...

onun içindir ki, öteki cihangir sokaklarının aksine ilginç bir tane bile köşe-binası olmayan “şu yarı otopark gibi sıradan sokak için bu kadar vehmin ve süslü lafın fazla” olduğunu söyleyiverirseniz, verecek cevap bulamam. bir yeri, birisini, bir kitabı çok seviyorsanız, neden sevdiğinizi şıp diye anlatamazsınız. –tıpkı sevmek için vakit gerekmesi gibi. ve emek.

öte yandan, böyle sorular sevdiğimizi bir başka gözle görmeye de zorlar bizi. soruyu soranın gözüyle. kısa bir aydınlanma, bir uyanış anı: bir açık otoparka bakar buluruz kendimizi, sıradan bir insana, sevimsiz bir binaya, böbürlenen bir kitaba. küçük sınavlar. refleks halinde savunmalar.

kimse sevdiklerinden tek bir soruyla vazgeçmez. sınav aslında iki yönlüdür, uyanış anını bir başka uyanış anı izler: benim sokağım için fütursuzca laf edebilen birisi gözüme sempatik görünmemeye başlar. –efendim, bir şey mi dediniz?

başkasının gözü farklıdır; ama kendi gözleriniz de değişir. bakışlarınızı değiştirecek kadar farklı bir insan olmaya başlamasanız da değişir.

gündelik hayhuydan sıyrıldığında, kritik bazı anlarda ya da akla gelmedik birtakım vesilelerle insan kendine uzaktan bakar bulur kendini ara sıra; kendimizi bir mekânın merkezinde görürüz, o sırada “ben” diye kurduğumuz, o mekânın merkezindeki bendir. “bolahenk’te oturan ben”in gözüyle görüp tanıdığınız sokağa, taşındıktan üç yıl sonra aynı şekilde bakamazsınız.

şefkat eklenir bakışlarınıza, tıpkı eski bir sevgilinin gülüşünü gördüğünüzde olduğu gibi. küçükken tadına doyamadığınız bir kitabı tekrar okurken, o metni okuyan küçüklük halinizin karşınızda boy göstermeye başlaması gibi.

(...)

mustafa arslantunalı
virgül, haziran 2003


-------------------------------------------------------------------------------------
not: sevda gideli, birlikte yaşlanamayacaklarımızın arasına karışalı üç yıl olmuş. bu sayfaları okuyanlar, sevgili kayıplarla ilgili nasıl dilsiz kaldığımı farketmişlerdir. bu kez de başka birinin kelimelerine sığındım işte. onun da kendi eski kelimelerine sığındığını bile bile...