27.12.08

sabırsızlık zamanının çocukları..



SONBAHAR, büyük harflerle yazma isteği uyandırıyor.
sabırla, sessizce anlattığı şeyi birileri daha görsün diye bağırmak için.

'iyi filmler için söylemeye, yazmaya doyamaz insan' desem de, susuyorum. filmin sessizce bağırdığı daha iyi duyulsun diye..

ama;

'sabırsızlık zamanının çocuklarına' adadığı -üstelik ilk filminde bunca sapsade, oruç sabrında davrandığı için özcan alper'in;

oyunculuklarını şehirde, aşağılarda bırakıp yanlarına sadece öyküye ve karakterlerine olan inançlarını alıp yükseklere çıktıkları için onur saylak ve serkan keskin'in;

orada, dağlarda, karlar altında kalan sapsarı karadeniz hurmaları gibi sabrın ve acının da resmi gibi bakan gülefer teyzenin ve hopa'nın bütün şahane 'ihtiyar'larının;

kepçe kulaklarından güneş süzülen küçük 'onur'un;

megi kobaladze'nin aracılığıyla bütün 'kültürlü orospuların';

tulum çalan, ağıt yakanların;

karadeniz'in dalgalarının,

o dalgaları ve o dağları ve o yüzleri hep yağmurun ıslattığı bir ferahlıkta renklerle gösteren görüntü yönetmeninin;

yani kısaca hepsinin ellerinden, gözlerinden öperim. hemşince, gürcüce, türkçe konuşan dillerine sağlık.

ve de, filmdeki mikail'in ağız dolusu ettiği küfürle, o züttürük filmde/filmlerde ağlayıp da, sonbahar'ın sonundaki ağıt yükseldiğinde -gözyaşına gerek yok- höykürerek ağlamak istemeyenlerin de taaa a....

23.12.08

kalkın şu sofradan!




birileri yemekteyizm diyor buna.. bu konu hakkında yazmadan duramama hâli... ilk başta takılanlar hadi neyse, ama hâlâ sayfalar dolusu analizler, toplumun aynası olduğunu iddia edenler, insanların yemek kültürünün olmamasını dillerine dolayanlar.. oysa bütün gün aynı insanlar şu ya da bu konuda konuşuyor, evlenmeye çalışıyor, ağlıyor, görünür olmak ve para kazanmanın peşinde sürünüyorlar.. tv'de ya da bilmem kimbilir nerelerde.

buradaki vahamet, onları hâlâ, kurgu mu değil mi diye anlamaya çalışarak izlemeye devam etmekte. uzaktan çok farkedilse de izlemeden dellenmemek adına baktığım tek bölümde kötü oyunculardan birisi (ki bunu bile beceremiyor oluşu da katmerli kötülük değil mi?) itiraf ediverdi: 'tamam çekim yokken iyi davranıyorlar bana ama yine de ağrıma gitti söylenenler.' diye.. onu bile kesmeye gerek duymamışlar.. millet öyle de yiyor böyle de nasılsa.

şunu söyleyelim bilmem on bininci kez. yemeyin! canınız kurgu izlemek istiyorsa dizi seyredin, sinemaya gidin. toplumdan gelen kötü kokular ise gazetelerin üçüncü sayfalarından taştı, evlerin sandıklarından yükseliyor. bu kokuları bastırmaya naftalinli reality şov analizleri yetmiyor.

------------------------------------------------------------------------------------------------
not: yukardaki karakatürün çeşitli versiyonları var, ki farklı yorumları olmaya açık bir tema zaten.. umarım doğru imzalı olan bir tanesini kullanmışımdır ve de benim burada kullanmamda da telif haklarına ilişkin bir problem yoktur. çok bilinen ve de yazıyla doğrudan bağlantılı görseller kullanmayı sevmesem de bunu eklemeden duramadım. yazı araklamıyoruz, içimiz rahat.. çizmeye ve fotoğraf çekmeye de başlıycam bu hassasiyet yüzünden vallahi..

3.12.08

paspaslar düzgün dursun, ellerinizi silersiniz..


işte bütün mesele burada..

kimliklerini sordunuz, gösterdiler.. sonra yerlerdeki bacakların arasına göz atmayı da ihmal etmeyin ve paspası düzeltin, içerde sıçtığımın dünyası devam etsin. biriniz düzerken/düzeltirken, diğerleri bakar. hepiniz sağlam, dünya selamet!

"işte bütün mesele burada.." yı tıklayınca gideceğiniz görüntü, bence bu dizinin en can alıcı sahnesi. kadını son bir tekmeyle arabaya bindirmek üzereler. ama pavyoncular, daha misafirleri merdivenleri inmeden kapıyı kapatıveren öküz ev sahipleri gibi, kadın sürüklenirken ittirdiği paspası düzeltiyorlar. birisi düzeltirken öbürü bakıyor, denetliyor.. sonra içeri çekilecekler. yelekler çakma ama coplar sahici..

2.12.08

çağrılmayan yakup



i

kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi yakup
bunu kendine üç kere söyledi
onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
o kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
ben, yani yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
daha hiç çağrılmadım
biri olsun "yakup!" diye seslenmedi hiç
yakup!
diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım
sonra bir güzel yıkanayım da...
ben size demedim mi...

evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum
sanki böyle niye ben oradan geliyorum
telaşlı, aç gözlü kurbağalara
bakmaktan
bilmiyorum
bilmiyorum, bilmiyorum
ben, yani yusuf, yusuf mu dedim? hayır, yakup
bazen karıştırıyorum...

bazen karıştırıyorum ya, çok uzun bir gündü
sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü
kediler kırmızı alevler halinde koşuyordu
onlar işte hep boyuna koşuyordu
birileri çıkıyordu ordan burdan

hiç çıkmamak halinde ve olgun
birileri çıkıyordu
geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık
bir pencerenin sokağa doğru içinde
bu uyum korkunçtur yakup!
yakubun olması korkunçluğudur bu
dünyanın insana doğru içinde
yakup, yakup!
burdayım, yani ben... evet, geliyorum
lambayı söndürmesinler, geliyorum
siz bütün lambaları yakın, evet
ben, yani yusuf, yusuf mu dedim? hayır, yakup
bazen karıştırıyorum...
ve kendine bilinmeyenler yaratan yakubum ben, iyi ya
durduğum bir gündü, diyorum, bütün ilgiler sizin olsun
her türlü bir şeyler sizin olsun, ben artık
hep böyle istiyorum, ayıp değil ya
durduğum bir gündü, diyorum, yüzümü göğe doğurduğum
bir gündü ve yaşar gibi kaldığım bir yaşama içinde
ve yollarda ölü baykuşlar bulduğum
bir ölünün günü boyayan renginde
çürük evler bulduğum, içleri sonsuz kayalar
kayalardan dondurmalar sorduğum
ben, yani yakup, yakubun hiç çağrılmamış şekli
kim bilir ne diyordum

(kim bilir ne diyordu bir baykuş yaratıldığına
bir baykuş tarafından
ve bütün baykuşlar o bütün baykuşların arasında ne oluyordu
ben ne oluyordum...)

bütün iskemleler ağır ve hastalıklı
bir gidip bir geliyordum kendime aptallaşarak
bunu yakup söyledi
dedi ki, çünkü herkes yakubu yaşıyordu, bense
çöllerden ve kızgın güneşlerden icatlar yapıyordum
kızgın kağıtların üstüne
ve alevler halinde dünya bana dokunuyordu
ve ayakta soğuk bir bira içmiş kadar bir anlamım oluyordu bazen
ölüyordu ve bir de
bir otobüse bindiğim, biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben
kendimi koruyordum
bunu bana yakup söyledi
öyle bir yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği
kimsenin sözünü bile etmediği bir yakup
ben
bunu hep biliyorum
bunu hep biliyorum ve işte
özgürüm, cezasız duruyorum...

ii

kurbağalara bakmaktan geliyorum
dedi yakup, bunu kendine üç kere söyledi
telaşlı, açgözlü kurbağalara
bakmaktan geliyorum. ben sanki yusuf
ve yusuf değil
her gün bir tahtaboşta asılı duruyorum
ve durmuyorum... ben işte yakup
yok artık karıştırmıyorum...

taş merdivenleri ağır ağır çıktım, bunu ben böyle yaptım
eski taş merdivenleri... yanımdan bir sürü adam
geçti ve kolayca gittiler
müzik aletleri renginde ve pırıl pırıl gittiler
yanan güneşin altında
onlar ki.. onlara benzer şeyleri ben çok gördüm
ve onlar bir zamanı tamamladılar, öyle yaptılar
ve sordum
yakup daha başka nasıl bir yakup olsun
ve onlar daha başka nasıl bir onlar olsunlar ki
yakup ve onlar nasıl olsunlar. işte ben taş merdivenleri
kurbağalara bağlayan taş merdivenleri
durmadan kendimle karıştırıyordum
kimse beni tutup çıkarmıyordu
vıcık vıcık taşlar duyuyordum ayaklarımın altında
anlamsız, yapışkan bir yığın taşlar
yoruldum! bunu sanki biri söyledi
yakubun biri
ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
kendime bir isim düşünerek
birden ki bir isim düşünerek kendime. hayır bu kimse değil
ancak gelebildim

aşağıda bir luna park kımıldıyordu. ah kurbağalara bakmam gecikecek
luna park kımıldıyordu, hem öyle değil
bu uyum korkunçtur yakup
bir yokluğun kımıldamaya doğru içinde
ve sen ki böyle tanımlanırsan yakup
yakuup!
bir şey ki seni çağırıyor, o şimdi ne olmalı
gene bir yakup olmalı bu, yakup
kurbağalara bakman gecikecek, bunu ben nasılsa söylüyorum
nasılsa ben bunu bir kere söylüyorum
güneşe kırmızı top taşıyan bir adamın tahta bacağını çok yakıyordu ki
adam içinden bağırdıkça dünya
ters yönden yaratılıyordu, diyebilirim
bir öğle üzeriydi adamın içindeki kalp
kan kalp
kırmızı top
yakıcı dönüşümler çıkaran
belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın
öyle değil mi yakup
hemen hemen öyleydi, yakup bunu söyledi
iyi ki söyledi. ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
şimdi bir kurtarabilsem ayaklarımı
o benim ayaklarımı.. taşlardan
bir kurtarabilsem
saat on ikiyi gösteriyordu ki, ben nerdeydim
bir zamansızlığın yakuba doğru içinde
saat on yediyi ve yirmi biri
gösteriyordu ki, ben nerdeydim
her saniyedeki ve işte her saniyedeki
ben, yani yakubun o dağılgan şekli
nerdeydim.

bilmem ki. bir avukat benim ellerimi tuttu. gözlüklü bir kadındı bu, iyi mi
kim bilir bir çağın neresinden burada. anlaşılması
yoktu ki. kendine özgü bir duruşu
yoktu ki. pek güçlü kolları vardı yalnız
ne diyordum, ben işte yakup
çekiverdi beni taş hamurun içinden
pek öyle gürültüyle değil
bir başka yapışkanlığın içine
çekiverdi beni
göğüsleri pek hoştu, ipekli bir giysinin altındaydı onlar
sonra elleri ve kalçaları pek hoştu
kılların ve bütün oynak yerlerin ölümlere doğru içinde
bacaklarıyla bir şeyler bir şeyler bir şeyler yapıyordu artık
onu ben çok iyi görüyordum. ama çarşaflar, öyle bir takım kıpırdanmalar
araya
giriyordu
engelliyordu bizi
ter içindeydik. ellerimden çekiyordu. ter içindeydik
beni kurtarmak istiyordu, bir isim gibi ben'i
ter içindeydik
terlerimiz üstümüzde duruyordu, yıkanmış yeni kaplar gibiydik
üstümüzde olgun ve kararsız su tanecikleri bulunan
biz yakup
biz gözlükten, taş hamurdan ve beyaz çarşaflardan
ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış
kurbağalara geldik.

iii

kurbağalara bakmaktan geliyorum
dedi yakup, bunu kendine üç kere söyledi
masalarda oturmuşlardı. ben oradan geliyorum
yazı makineleri, kağıt sesleri
ben oradan geliyorum.

önce bir kenarda durdum, hiç kimse beni çağırmadı
sonra bir yer bulup oturdum. hadi bir sigara içeyim dedim
olmaz, dedi mubaşir kılıklı kurbağanın biri
belli ki yeni tıraş olmuştu, bana yakasından bir kopça eksik gibi geldi
öyleyse peki, dedim, ayağa kalktım, şöyle bir duvara dayandım
bu kez de duvarlarda sanki duvarca bir sözdizimi
olmaz ki, yakup!
peki yakup ne yapsın, bu aklımdan bile geçmedi
herkesin durduğu bir yere gittim. ben yakup
ya onlar kimdi
aralarına aldılar beni. artık ben hiçbir şey göremiyordum
biri bir şeyler söylüyordu yalnız, yüksekce bir yere oturmuş
onu ben duyuyordum
duyuyordum, sesi başımın üstünden dünyaya yayılıyordu
ve "yakup" sesini ancak anlıyordum. yakubun ötesinde
birtakım sözler ediliyordu, onları ben anlamıyordum
anlamıyordum ama, iyi sözler söylemiyorlardı benim için
sonra bir sey daha vardı anlamadığım: yani ben neydim ki, ne yapmış
olmalıyım
ben, yani yakup
dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi
bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
diye düşündüm ya ben
ben, yani yakup
bütün gücümle bunu bağırdım
ben ki bağırdım işte, bütün kurbağalar bir olup beni dışarı çıkardılar
bir odaya aldılar beni, ellerime gözbebeklerime
daha başka yerlerime de baktılar
sonra bilmiyorum ki, kapıyı gösterdiler bana
ben, yakup, beni hiç kimse çağırmadı
sokağa çıktım, bir sürü yerlerden geçtim. şimdi
hatırlıyorum da, bir deniz kıyısında azıcık durabildim
yosunlar, kumlar, şeytan minareleri
ve kumlarda katılaşmış kıvrımlar
bağırdım, bağırdım, bağırdım
tanrının ayak izleri!
tanrının ayak izleri!

iv

kurbağalara bakmaktan geliyorum. ben yakup
bunu yakup söyledi
yıkanmış çamaşırlar duruyordu odamın penceresinde
gök işte bu beyazlıktan azıcık alıp veriyordu, diyebilirim
bir kırlangıç onu kirletmese
ki onlar o kadar çok siyahtırlar ki, ben
onları hiç sevmem
ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur
odamın düşünülmesi halinde bile
kimseler yoktur
biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde
ve biraz da çarşılar
ve durmadan satılan o kırık dökükler bitmez ki
bitmesin
çünkü bir gün bir boy aynası satın almak istiyorum ben
kirli ve eski
bir at arabasının aynaya doğru büyüyen içinde
onu ben taşıtmak istiyorum, caddelerin
intiharlara doğru büyüyen içinde
ben, yani yakup
kurbağalara bakmaktan geliyorum işte
açgözlü, mor kurbağalara
akşama doğru bir dilim ekmek yiyeceğim belki
bir bardak da süt içeceğim. sonra
bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum
ben
gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan
ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış yakup
uyumak istiyorum.

ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde


edip cansever

------------------------------------------------------------
not: şiir okumayı unutmamak gerek. en başa, en tutkuyla sevdiklerine dönerek hem de.. uzun uzun..

27.11.08

görmeyi, duymayı, söylemeyi bilmek gerek..



Vasat olana çoğu zaman bir ‘eh işte..’ yeterlidir. Oysa iyi ile kötü için konuşmaya, yazmaya doyamaz insan. Açılımlar, çağrışımlar, göndermeler, alt metinler tükenmez. Çünkü iyi, bütün bunları taşıyan ama yükünü hissettirmeyendir. Kısaca, Üç Maymun iyi bir film, Nuri Bilge de iyi bir yönetmen. Lafı çoğaltmadan önce bu başlığı atmak gerek.

***

Yöntem içeriği belli ediyor, çerçevesini çiziyor. İkinci kez kendi bütçesiyle yapmadığı bir filmde Nuri Bilge ‘bilmediği sulara’ açıldığını söylüyor ama yüzmeyi bilene öteki sular ancak yeni heyecanlar veriyor demek ki. Tedirginlik yok, acemilik yok, belki bu kendine güven o suları iyi bildiğini sananları tedirgin edebilir, etmiştir.. Yaratıcılar, nasıl göründükleri ile ilgilenmedikleri, kıyaslamadan yüzdükleri, gittikleri yere kendi atmosferlerini aşıladıkları için heyecan veriyorlar. Yaptıklarına kıyaslamadan bakınca tad alınabilir ancak. İllüzyonist nasıl oluyor da uçuyor demeden, ipi görmeye çalışmadan bakmak iyidir. Bence soru şu: Ceylan’ın daha önceki filmleri insanda ipi görme isteği mi uyandırıyordu, yoksa o mu ipi bilerek görünür kılıyordu? Birileri ‘ilk kez bir filminde sıkılmadım’ diyorsa, bütün Ceylan filmlerini seven biri olarak mesela ben, bunca düşünülmüş, incelikli bir filmi, herşeyi unutup tadını çıkartarak seyredip kendimi o yaratılmış dünyanın içine düşünmeksizin bırakabiliyorsam bu bir farktır. Üzerine bir yazı yazıp kendi çağrışımlarımızın peşinde sürüklenirken bile bu farka akıl yormayabilme lüksümüzü saklı tutuyoruz.

***

Senaryo, diyalogları değil suskunlukları yazma becerisi esasen. Cümlelerine, kelimelerine, en az düşüncelerine olduğu kadar acımadan kıyabilme, bildiklerini, çağrışımları gözden saklama cüreti gerek. Böyle olmasa, aslında ilk yarısı tümüyle bir Emrah filmiyle aynı olan konudan Üç Maymun nasıl çıkardı? Yılmaz Güney’in Baba’sı da bu sularda dolaşmıyor muydu? Ama her senaryo ve her film kendi bacağından asılıyor işte. Üç Maymun, asıldığı o kancada, işlendiğini bağırmayan, yaklaşınca ayırdedilen değerli bir taş gibi ışıldıyor.

***

Melodramı tersine çevirmek’ biraz ‘postmodern’ meseleleri gibi. Postun postu ile yaşıyoruz hayatı ve de melodram tersine çevrileli epey oldu. Tersine ve tekrar tersine, belki giderek başa.. Nereye çevrildiğini bir yana bırakalım, evet, yabancılaştırmanın biçimsel hallerini kullanmış Ceylan hikâyesini anlatırken: Göstermeyerek, konuşmaları yarı anlaşılmaz kılarak, kişilere ya savunmasız kalacağımız kadar çok yaklaşıp, ya da birer lekeden ibaret bırakacak kadar uzaklaşarak.. Söylemelerini beklerken susan, konuşmaları birbirinin görüntüsünün üzerine binen karakterler. -Aslında söyleyen kim? – İçiçe geçen görüntü cümleleri, her okunuşta yeni anlamlara açık. Film alıştığımız duyguları çağırmamızı engelliyor, kendi yarattığı duygunun içine çekiyor.. İçiçe geçmiş yeni hayatlara yeni melodram. Birşeye yeni dediğiniz anda o artık yeni olmaktan çıkıyordur belki de.

***

Oyuncu, oynamak için karaktere ihtiyaç duyar ve o karakteri yaratanın kışkırtmasına. İyi oyuncu yönetenler, yarattığı karakteri bilen, hissedenlerin arasından çıkar. Yorumcu-oyuncu, ortada iyi beste yoksa neyi söyleyip de işleyecek insanın içine? Amatörüne içindekini dışarı çıkartma cesaretini vermek, profesyoneline bildiklerini unutup yeniden bakmayı hatırlatmak gerekiyor. Bu sayede, sıradan ve çok zengin yüzleri olan oyuncular, Eyüp, Hacer, İsmail, Servet olabilmişler hepsi başka deneyimlerden gelip. Ama ille de İsmail.. Onun ağzından çıkan, filmin anahtar laflarından birini hatırlamalı: (annesinin ‘o serserilerle takılma’ demesine cevap olarak) Kiminle takıliym? Ki, hepsi bulundukları durumdan sıyrılma peşindeki karakterlerin arasında, gördüğünün bedelini ödemek için davranarak bunu kırmayı deneyen de o olur. Takılacağı yer, gideceği dünya var mı? Filmin kahramanı hiç kuşkusuz ismail’dir, filmin yıldızı da Ahmet Rıfat Şungar..

***

Filmin sonunda asimetrisi, karanlığı, yalnızlığı, ufuk çizgisine ve bulutlara yakınlığıyla ilk kez bütünüyle gördüğümüz o hiçbirşeylere benzemeyen ev (aile?), ilk sahnede, içerden dışarı bakarken sadece gölgelerden ibaret karanlık bir silüet. Küçük bir evin içinde her an yeni bir açı, başka bir eşya, eşyanın başka bir yüzü, farklı ışıkla bütünleniyor, parçalanıyor her seferinde yeniden.. Bütünlenemeyeceğini bilerek binlerce küçük karmaşık renkte kırık dökük yapboz parçasına teker teker bakarken öncekini unutarak, yenisiyle birleştiremeden, hepsi birbirine benzeyen ama aslında benzersiz parçalara gömülüyoruz. Evin terası ilk kez dışardan görünüyor, biz onun varlığından haberdar değilken. Dışarı açılan, görülebilen ama içeriyi hissettirmeyen, zaten pek fazla görünülmeyen bir yer. Geniş, ama bulanık.. Görülmesi, duyulması istenmeyen içerinin vitrini. Son sahnede, aslında detaylar içerde saklı kalsa da nasıl orada öylece bütün hantallığıyla çıplak kalakaldığını görmemiz gereken.. Terasa çıkmak, oradan dışarıya ve içeriye bakmak gerek.

***

Filmin kahramanı (olmaya en yakın aday olan) oğulu ikinci yarıda neredeyse hiç göstermeyerek özlenen, aranan özdeşleşmeye fırsat vermiyor. Finaldeki politik ve etik meselede nerede duracağımızın cevabını bu özdeşleşmenin yardımıyla çözmemizi engelliyor. ‘Bir kurşunla üçe bölünen aile.’ çözümün değil, soruların başlangıcı aslında. Çözülme engellenebilir mi? Kararan kimin geleceği? Hacer neye ağlıyor? Eyüp neyi kurtarmaya çalışıyor? Doğru nerede? Film böyle bağlanmadan da bu soruların sorulabildiğini görerek, hikâyenin bağlandığı yerin, Eyüp’ün yaptığı teklifin filmin en zayıf, tek zayıf yeri olduğunu söylemek gerek. Bu ‘son’, en hafifinden ‘ne gerek var ki?’ sorusuyla birlikte geliyor, filmi politikleştirme, söylediğinin altını çizme, kimbilir belki hikayeyi bağlama, çemberi tamamlama ihtiyacıyla, deyim yerindeyse sinik tavrını biraz zedeliyor.


----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

not: bu yazı, aslında bir projenin ilk denemesi. izlediğimiz filmler üzerine konuşup ortak bir imza ile yazma düşüncesinin yazıya geçmiş hâli. yani iki kişinin film üzerine düşüncelerini benim kağıda, kaleme dökmem kısaca. zulada duracağına burada dursun..

16.9.08

araf



gitmekle kalmak
sevgiyle öfke
teslim olmakla olmamak
kendinle diğeri
delirmekle akıl
dünya ile rüya arasında bir yerlerde..

-----------------------------------------------------------
not: resimde görülen, camille claudel'in oto-bedeni..

7.9.08

ışık, gölge, hareket



aya irini yaz akşamlarının büyülü mekânıdır. neden orada olduğunun ne önemi var? gece yarısı, şehrin ortasında altından geçmenin ürperttiği ağaçlar, topkapı sarayının gölgesi.. insanın cariye olası gelir.. salına salına, ışıksız, gürültüsüz, fısıltılarla dolaşmak istanbul'un silüetinin tam ortasında.

içerde, geçmiş yaz akşamlarının anıları. büyüsüne kapılıp yaslanarak leyla gencer'i dinlediğim şu önlerdeki sütun. kuşlar artık uçmuyor mu?

konser ışıkları, ses düzeni, adeta ur gibi bu kadim atmosferde. akustik ve yankı ve fısıltılar arıyor kulaklar. ışıkların değişimine ihtiyacı yok ne müziğin, ne de kubbelerin..

hassan hakmoun, müzik yapmanın herşeyin üstüne çıktığını anlatıyor her hâliyle, tamamdır. kıskanmamak zor. ilk kez birlikte çaldığı bir diğer kara adamın önüne diz çöküveriyor. seyirci katılamasa da onlar bir zikrin parçası. sonunda biraz da çağrıyla dansa katılmak isteyen istanbul'un turistlerine 'bodyguard' müdahalesi. mekân uygun olsa, sabaha kadar sallanılacak bir müzik, birlikte kafa çekilebilecek bir adam.

dışarda geceyi gereksizce delen ışıklara arkanı dönüp kısa bir yürüyüşte ağaçların şemsiyesi yine.

arada bir gelmeli.

-------------------------------
not: alvin aaley'i izlediğim zaman dansçı olmaya karar vermiştim. yeterince cesur olmadığım için hayıflanmak üzere onları görmek isterim bu ara. bir de, losing my religion günlerinde oralara giden bir arkadaşıma, 'bana onu getir' dediğim adam ve saz arkadaşları var ziyaret edilecek. yeter bunlar uzunca bir süre için.

28.7.08

'masumiyetin ayartıcılığı'


"masumiyet, özgürlüğün sıkıntılarından hiçbirine katlanmadan nimetlerinden yararlanmaya kalkışmaktır.."

Pascal Bruckner

-----------------------------------------------------------------------------------------------

not:
şimdinin değil, tüm zamanların problemine net açıklama. unutmamak için.

26.7.08

yine, yeni, yeniden..


televizyonda alt dudağı titreyerek söylediklerini duyunca/görünce bi koşu gidip sarılmak istediğim bir adamdı hrant ama hayır tanımıyordum, arkadaşım filan değildi. yine de, onca insanın söylediği gibi, birkaç kuşaktan birçok insan için son kırıntıların da yokolması anlamına gelmişti gidişi. böyle gitmese de başka türlü gitmesi gerekecekti belki ve buralarda öksüzlüğünü ne yapacağını bilemeyen bizler öylece kalacaktık yine de.

ömürlerimiz öylesine cendereler içinde sıkıştırılmış ki, şimdi, hesap sorulacak mı bilemeyiz, ama şu cümlelerin kurulmuş olması bile iç açıcı değil mi? azmettirdikleri, niyetlendikleri, heveslendikleri konular satır aralarında kalmaktan kurtulup manşete çıktığı için sevinebilir miyiz?

günlerdir, bu ülkenin insanındaki deformasyonun geri dönülemez, öyle bir davayla düzelemez yaygınlığını düşünerek yabancı gözlerle izliyorum 'iddiaları'. iktidar olma isteğinin, güçle herşeyin yönetilebileceğinin, 'darbe' kelimesine benim/bizim duyduğumuz tiksintinin aksine, nasıl şehvetle karışık yaklaştığının birilerinin... bir cenaze töreninde, birbirlerinin sırtını sıvazlayarak, provokasyonlarının hazzı dudak kıvrımlarında nasıl sırt sırta yürüdüklerini görüyorum. geriden gelenlerin, o mitinglerde ağlamaktan helak olanların, hâlâ şunu bunu sevdikleri için orada olduklarına inananların yeni hevesler üretmeyeceklerinden emin olabilir miyiz?

vadi, temizlenir mi böyle ve yeniden yeşerir mi?

çocukluk travmaları ömür boyu takip eder, amansızdır, toplamda çözümsüzdür. karakterini oluşturur kişinin/ülkenin.. yine de bunu yüzüne söyleyebilmek yetiştirenlerin, yani kabullenmek aslında, sızıyı azaltır..
en azından.. en azından geleneği geldiği gibi aktarmamanın hafifliği yaraları iyileştirebilir.

çok öncelere gidebilir keşkeler. 'keşke herşey masal olsaydı'ya kadar gider. ama katiyen 'keşke büyümeseydik, çocuk kalsaydık'' değil.. kesinlikle değil.

belki şu sonuncu kaybı, o sevgili yüzü, hrant'ı yolcu etmeden durdurulabilseydi bu nazi treni diyebiliriz.

keşke..

---------------------------------------------------------------------------------------------
not: cumartesi yazılarının tadı, bir baktım da tam da bu keşkeyle eş zamanlı kaçmış.. özel hayatlarımız, kalın sicimlerle bağlı dünyaya; öyle olmadığını sansak, mutluluk bizimle olduğunda bunu daha az farketsek bile. anlamsızlığa meyli çok olan, 'niye yazıyorum ki?' diye diye yazan biri olarak bunun da bir 'yeniden' yazısı olma ihtimali var mı acaba, diye soruyorum kendime.

vadide, 'sarp' kayaların eteğinde.

22.4.08

yalnızlıkla kalabalığın arasında bir yerlerde..



biraz müzik dinleyelim.. en hasından..

gelecekten not: müzik filan dinlenemiyor. 'savcılık kararı'.. yasaklayanlar utansın..


2.3.08

olduğun gibi..



bir zamanların striptizcisi diablo cody, senaryo oscarını alırken, 'beni olduğum gibi seven aileme' diye ve ağlayarak bitirdi konuşmasını. ne kadar doğru bilemeyiz, belki de artık spielberg ile imzaladığı sözleşmenin gölgesinde kalmıştır geçmiş ve bu gözyaşları herşeye rağmen biraz geçmişin kızgınlığı, biraz kazanmış olmanın duygusu, ama en çok da aslında sadece kendin olduğun için sevilmek istemenin ifadesidir. irili ufaklı taarruzlarla, herşeyin teröre dönüşebildiği değiştirme ve kendi istediği şekle dönüştürme savaşında yenilmediği için ağlıyordur belki de. çünkü 'değiştirmeye çalışmadan olduğu gibi kabul etmek ve sevmek' çok az insana/aileye/topluluğa/ülkeye nasip olan bir erdem.

'oscar törenine striptiz kıyafetiyle katılınmaz' demeyecektir artık kimse ona, ayağına topuklu birşeyler giymesini dayatamamış prototip tanrıçaları. bir zamanlar belli ki sıradışı kimliğinin dışavurumu olan kıyafetleriyle neler yaşadığını tahmin edebiliriz. kolundaki renkli dövmeler, çıktığı star basamaklarında sadece bir farklılık artık.

olduğu gibi kabul etmemek, kontrol hastalarının 'iyiliğini istemek' başlığı altında yazdıkça yazdığı, kendilerinin yazıp kendilerinin inandığı bir romandır. 'ben böyle hayal etmemiştim' hezeyanlarıyla geçirilen ömürler.

ya da hepsi benim uydurmamdır. gerçekten laiklik elden gidiyordur..
--------------------------------------------------------------------------------------------
not: 'olması gereken' durumcuların herhalde tüylerini diken diken eden bir başka 'olduğu gibi'yi söylemeden geçemiycem. çünkü 'ben bir oskarlı kadınım, beyim de ödül alacak' demeyip o en 'fargo'nun polis kadını' haliyle törene gelen, cool coen kardeşler ödül alırken fiiiyt diye ıslık çalan frances mcdormand'ın da hastasıyımmm.