2.5.06

sevdaa!



(...)
sokaklar ne çocuğumuzdur ne de sevgilimiz. –böyle söyleyince çok basit bir şey, değil mi? ama sevdiğimiz kişileri ve şeyleri –arzu nesnesi denen her şeyi– birleştiren, aralarındaki onca farklara, karşılaştırılamazlıklarına rağmen biraraya getiren şey, bizim her birine ayrı ayrı bağlılığımız, sevme biçimimiz ve hatta tutkumuzdur. bundandır bazen her şeyin birbirine karışıvermesi, bir mekânı bir insandan, bir sokağı sevgiliden, binbir hatıra kırıntısından ayırt edemeyişimiz...

iyi de, korkunç gürültülerle park otel denen heyula fırlayıp yatak odanızın penceresini kapatmaya başlamışsa? sokağınızdan üç adım yukarıda bulunan –yağlı sigara böreklerine ve sıradan tostlarına bile seve seve katlandığınız– cennet bahçesi denen harikulade yer, aniden özel mülk haline gelmişse?

yapılacak şeylerden biri, bunlara karşı direnmektir. park otel’in korkunçluğunun enikonu azaltılması, semt sakinlerinin örgütlü çabasının bir semeresidir aynı zamanda.

bir başka şey de, olan biteni kabullenip gene de sevmeye devam etmek, sevilecek şeyleri aramaktır. güç değil: birlikte yaşlanmak gibi. sevdiğiniz, sadece gördüğünüz değildir ki artık; güneşte, gölgede ve yağmurda binbir halini görmüşsünüzdür, onu sahiplenmişsinizdir. anılar, yaşantılar ve olaylar üst üste biner, hafızanızda her geçen gün şekerlenerek, erişilmezleştiği ölçüde tatlanarak gördüklerinizle birleşir. ve inanın, bu karşılıklıdır. sanki bir sokak söz konusu olduğunda bile...

onun içindir ki, öteki cihangir sokaklarının aksine ilginç bir tane bile köşe-binası olmayan “şu yarı otopark gibi sıradan sokak için bu kadar vehmin ve süslü lafın fazla” olduğunu söyleyiverirseniz, verecek cevap bulamam. bir yeri, birisini, bir kitabı çok seviyorsanız, neden sevdiğinizi şıp diye anlatamazsınız. –tıpkı sevmek için vakit gerekmesi gibi. ve emek.

öte yandan, böyle sorular sevdiğimizi bir başka gözle görmeye de zorlar bizi. soruyu soranın gözüyle. kısa bir aydınlanma, bir uyanış anı: bir açık otoparka bakar buluruz kendimizi, sıradan bir insana, sevimsiz bir binaya, böbürlenen bir kitaba. küçük sınavlar. refleks halinde savunmalar.

kimse sevdiklerinden tek bir soruyla vazgeçmez. sınav aslında iki yönlüdür, uyanış anını bir başka uyanış anı izler: benim sokağım için fütursuzca laf edebilen birisi gözüme sempatik görünmemeye başlar. –efendim, bir şey mi dediniz?

başkasının gözü farklıdır; ama kendi gözleriniz de değişir. bakışlarınızı değiştirecek kadar farklı bir insan olmaya başlamasanız da değişir.

gündelik hayhuydan sıyrıldığında, kritik bazı anlarda ya da akla gelmedik birtakım vesilelerle insan kendine uzaktan bakar bulur kendini ara sıra; kendimizi bir mekânın merkezinde görürüz, o sırada “ben” diye kurduğumuz, o mekânın merkezindeki bendir. “bolahenk’te oturan ben”in gözüyle görüp tanıdığınız sokağa, taşındıktan üç yıl sonra aynı şekilde bakamazsınız.

şefkat eklenir bakışlarınıza, tıpkı eski bir sevgilinin gülüşünü gördüğünüzde olduğu gibi. küçükken tadına doyamadığınız bir kitabı tekrar okurken, o metni okuyan küçüklük halinizin karşınızda boy göstermeye başlaması gibi.

(...)

mustafa arslantunalı
virgül, haziran 2003


-------------------------------------------------------------------------------------
not: sevda gideli, birlikte yaşlanamayacaklarımızın arasına karışalı üç yıl olmuş. bu sayfaları okuyanlar, sevgili kayıplarla ilgili nasıl dilsiz kaldığımı farketmişlerdir. bu kez de başka birinin kelimelerine sığındım işte. onun da kendi eski kelimelerine sığındığını bile bile...

Hiç yorum yok: